2 Temmuz 2017 Pazar

Yazar Belma Fırat: Bir annenin haykırışının yankısı olmak için yazdım

Belma Fırat çok sayıda toplumsal konuyu dert edinen ve bu konuların okurun zihninde bir çözüme ulaşması için çaba sarf eden bir yazar. Alışın Buradayız adlı öykü kitabının ardından ikinci öykü kitabı Kuyuda’yı Nota Bene Yayınları etiketiyle çıkardı. Fırat, Kürt illerinde yaşanan dramlardan mültecilerin yaşadığı sıkıntılara, LGBTİ hayat öykülerinden kadın mücadelesine kadar geniş bir yelpazede yazıyor. Fırat’ın öyküleri yaşanan karanlığı fark etmek için iyi bir okuma imkânı sunuyor. Belma Fırat’la ikinci kitabı Uykuda’yı ve öykücülüğü konuştuk.


» Mültecilerden Kürt şehirlerinde yaşanan dramlara, LGBTİ ve kadın mücadelesinden de tüketim toplumunun temel alışkanlıklarına kadar ele aldığınız konular Kuyuda kitabında toplumun temel dertleri, güncel sorunlarına yönelik öyküler var. Böyle yazmak yaşantınızın bir dışavurumu mudur?
Felaketlerin birbirini izlediği bir ülkede yaşıyoruz. Elbette yazarken içinde yaşadığım toplumun gerçekliğine kayıtsız kalamıyorum. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi hem yazar hem de okur tarihe batmıştır. O nedenle taşıdığımız bu tarihsel yükün sadece yazarın değil okur da metne yaklaşımını belirlediğini düşünüyorum. Bu da omuzlarıma okur karşı bir sorumluluk olarak geri dönüyor. Edebi mekânda; okur ile duygu birliği kurarak ve birbirimize dokunarak ortak acılarımızı dile getirmenin imkânlarını yaratmaya çalışıyorum. Sadece okur karşı değil aynı zamanda yaşanan felaketlerin kurbanlarına karşı da bir vicdan borcu hissediyorum. Yazmak bu manada içimde biriktirdiğim yükün dışavurumu, bir kefaret. Öte yandan bu kefaret ancak okur ile birlikte ödenebilir çünkü bir metin ancak üzerine okur gözleri değdiğinde sanatsal niteliğine, eser olmaklığına kavuşup kendini gerçekleştirebilir. Yaratıcı sürecin bir ayağı yazarsa öteki ayağı da okurdur. Ancak niyeti ortaya koymak yeterli değil. Yöntem üzerine düşünmek de sanatçının etik-estetik tutumunun bir gereğidir. Etik duruşunu sergiledikten sonra bunu estetik mekânda ne şekilde ortaya koyacağı yazarın en önemli meselesi olmalı. Bu noktada beni zihinsel olarak uğraştıran zorlukları, içine düşmekten kaygı duyduğum tehlikeleri üç temel madde halinde sıralayabilirim. Birincisi Theodor Adorno’dan yola çıkarak; kurbanların acılarını estetik bir haz nesnesi haline getirip “şey”leştirme tehlikesi. İkincisi edebiyat eserinin yazar ile okur kendinden memnun bir tefekküre yani sırf acıları dile getirmiş olmaktan kaynaklanan bir çeşit tatmin duygusuyla eylemsizliğe sürüklemesi. Öte yandan acıları dile getirmek ne kadar mümkün bunun üzerine de düşünmek gerekiyor. Öyle ise üçüncü tehlikeyi ifade edebilmek için şu soruyu sorabilirim: Mağdurun artık susmuş olduğu yerde yazar olarak konuşmak; Rancière’in de ifade ettiği gibi söz çalmak değil de nedir? O halde susmuş olanın susuşuna saygı göstererek, onun “suskusunu” konuşturacak bir dil ve biçim arayışı içince olmak gerekiyor.

» Mültecilerden Kürt şehirlerinde yaşanan dramlara, LGBTİ ve kadın mücadelesinden de tüketim toplumunun temel alışkanlıklarına kadar birçok konuyu ele alıyorsunuz. Bu yaşananları siz nasıl izliyorsunuz?
Bildiğiniz gibi Trans Onur Haftası’nın bu yılki teması göç. Bu temanın seçilmiş olması son derece anlamlı. Neticede trans bireyler ile mültecilerin sorunları arasında büyük örtüşme var. Translar da yerinden yurdundan ediliyor, yaşadıkları mahallelerden kovuluyorlar. İş bulma imkânlarından yoksunlar. Bu anlamda kendi ülkelerinde bir çeşit mülteci gibi yaşıyorlar. Genel olarak LGBTİ bireylerin toplumda kabul edilmeleri kapitalist sistemin dayattığı normlara uygun bir kimlik sergilemeleri ölçüsünde mümkün olabiliyor. Benzer şekilde kadınlardan da belirli kadınlık normlarına uygun şekilde davranmaları bekleniyor. Kürtler ise ulus devlet ideolojisinin sınırlarını çizmiş olduğu vatandaşlık normlarına riayet etmek durumunda. Aksi takdirde büyük bedeller ödemek zorunda bırakılıyorlar. Özetle; Kürtler, mülteciler, LGBTİ bireyler ve kadınlar sistemin işlevselliği için bir önkoşul haline gelen normları her an krize sokma potansiyeline sahipler. Kapitalizm kriz sevmez, sermaye istikrar talep eder. O nedenle bizlerden öznelliklerimizi sistemin dayattığı normlara göre –bizlere bahşedilen “özgürlüklerin” sınırları içinde- inşa etmemiz beklenir. Bol miktarda mal var, satın alma özgürlüğümüz var. Yeter ki kapitalizmin uysal birer dişlisi olalım. Yaşamımızı “çalışma” ve “boş zaman” arasında “verimli” bir şekilde düzenleyelim. “Boş zaman”larımızda kültür endüstrisinin pazarladığı; klişeler ve hazır formüllerle üretilen, hayal gücüne, düşünsel etkinliğe yer bırakmayan, beyinlerimizi kötürümleştiren, hafif, eğlencelik ürünleri tüketelim ve sistemin ehlileşmiş uygun adım askerleri olabilmek, ertesi gün işe gidip çalışmaya devam etmek için gerekli enerjiyi toplayalım. Kapitalist sistemin devamı, itaatkâr bireylerin tüketim odaklı bir hayat sürdürmesinin garanti altına alınması ile sağlanır. Marx’ın meta fetişizmi şeklinde ifade ettiği bu durum bireylerin kendilerini tüketim ürünleri ile tatmin etme çabalarıyla sonuçlanır. Reklâmlar aracılığı ile pazarlanan tüketim ürünleri de esas olarak belirli kimlik ve yaşam tarzlarının arzulanır kılınmasına yani tektipleşmeye hizmet eder. Adorno, Kültür Endüstrisi isimli eserinde, kapitalist sistemin yeşerttiği tüketim odaklı bireyin, popüler kültür endüstrisi ürünleri ile nasıl sakatlandığını çok güzel anlatır. Görüldüğü gibi bütün bu meseleler aslında birbiri ile çok yakından bağlantılı. O nedenle hepsini birlikte ele almak bir zorunluluk gibi görünüyor.

» Kitabın adı Kuyuda. Nedir kuyuda olan, kitabın böyle metaforik bir karşılığı var mıdır?
Kuyuda öyküsü kendi üzerine düşünen refleksif bir metin. Her öykünün kaynağında bir mesele vardır. Fakat bu meseleyi nasıl dile getireceğimizi düşünmeye başladığımızda sancılı bir süreç beklemektedir bizi. Bu süreci kendi yazma deneyimimin izini sürerek an be an yakalamaya çalıştım. Burada kuyu hem anlam kuyusu hem yazarın kuyusu hem de fiziksel olarak bir kuyu. Kuyunun hakikatini vermek, kuyunun anlamına ermekle mi mümkün olur ve eğer öyle ise yazar bunu nasıl yapabilir sorusunu sormaya çalıştım. Fakat her yazar en başta kendi derdiyle malul. Yani yazarın kuyusunun çeperi tabula rasa değil. Yazarın kendi gerçekliği, onu kuşatan tarih, kuyunun duvarlarından yüzüne çarpar. O halde yazar kuyunun “anlam”ına kendi derdi ne ise oradan yaklaşmak durumunda ve bakışı; öznelliği nedeni ile elbette en baştan hasarlı. Burada evrensel ve tikel olanın çelişkisi ile karşı karşıya kalıyoruz. Ezeli ve ebedi olan, evrensel olan bir hakikat var mıdır ve eğer vardır diyebilseydik tikel olanın içinden buraya varabilir miydik? Bunlar öyküdeki yazarın boğuştuğu sorular çünkü sanat ve edebiyat bu iddiayı içinde taşıyor. Sanat bu anlamda hakikate talip ve bence olmalı da. Ne yazık ki hakikat bir ufuk çizgisi gibi sürekli yazardan kaçar. Yazar bir “söz” söylediği, ilk cümlesini kurduğu anda söyle(ye)mediklerini suskuya emanet eder. Öyle ise yazarın “söz”ünün içinde zorunlu olarak “söz”süzlük barınır ve yazınsal mekânda hakikatin peşine düşen yazar “söz”ünün dışına düşeni mümkün olduğunca duyulur kılmaya çabalar. Elbette bu nihai kertede imkânsız olduğunu peşinen kabul ettiğimiz bir uğraştır.

» Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım” sözü sizin için ne ifade ediyor?
Kuyuda isimli öykü kitabımda yer alan “Kıssa” ve “Barışın Filmi” isimli öykülerim için “Yazmasan deli olacaktım” ifadesini rahatlıkla kullanabilirim. “Kıssa”yı Berkin Elvan’ın annesinin meydanlarda yuhalatılmasının ardından yazdım. Günlerce kendime gelemedim. Bu öyküyü, o korkunç manzarayı televizyondan elim kolum bağlı ve hiçbir şey yapamadan izlemenin kefareti olarak yazdım. Bir annenin haykırışının yankısı olmak, “Bu çocuğu Tanrılar almamıştır, bu böyle bilinsin” demek için, o çocuğa –çocuğumuza- edebi mekânda, bir teselli olarak yeni bir hayat verebilmek için yazdım. “Barışın Filmi”ni ise Cizre ve Suruç katliamlarından sonra kaleme aldım. O dönemde iktidar kanadının medyaya yansıyan, “Sürecin anca filmini çekersiniz” sözleri içimde derin bir öfke uyandırdı. Kayıp gençlerimizi, çocuklarımızı geri getirebilir miydik, barışın filmini çekebilir miydik diye sordum kendime. Bilim ölülerimizi hayata döndürecek yöntemleri bize sağlasaydı ne olurdu? Gezi’de, katliamlarda, bombalamalar esnasında kaybettiğimiz gençlerin anma törenlerinde isimlerini tek tek sayıp “burada” dedik. Bu aslında gerçeklerden bir kaçış, reddiye hali. Dayanmak için buna ihtiyacımız vardı. Öte yandan gerçekten onları geri getirebilseydik bu ölümler olmamış gibi yapabilir miydik, hakikat değişir miydi? Öykünün altında yatan cevapsız sorularım bunlardı.

» Öykülerinizde anlatımı güçlendirmek adına bazı imajları görüyoruz. Bu bilinçli olarak yaptığınız bir şey midir?
İlla ki görsel kullanmak gibi bir amacım yok. Hikâyeyi güçlendirdiğini seziyorsam, öyküyü zihnimde kurarken imgelemimde güçlü bir şekilde beliriyorsa görsele başvurabiliyorum.

» Türk edebiyatında bir süredir öykü yazımının arttığı yönünde genel bir kanı var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem yazmaya hem de okumaya yönelik bir ilgi var, evet. Bu olumlu bir gelişme. Farklı yazarların öykülerini; ben olsam nasıl yazardım diye kendime sorarak okuyorum. Öykü okumak yaratıcılığımı besliyor. Elbette çok fazla öykü kitabının yayımlanması nitelik sorununu da beraberinde getiriyor. Bu açıdan öykü okuyucusunun, nitelikli yayınevlerinin yanı sıra, öykülerin belirli bir süzgeçten geçirilerek basıldığı edebiyat dergilerine yönelmesini anlamlı buluyorum.

» Öykücülüğün diğer yazın türlerine göre toplumsal meselelere değinme noktasında bir avantajının olduğunu düşünür müsünüz?
Pek düşünmüyorum. Önemli olan toplumsal meselelere değinirken nitelikten ödün vermemek ve kolaya kaçmamaktır. Öykü, roman, tiyatro oyunu ya da şiir fark etmez. Yazarın amacı; dilin günlük yaşamımızdaki bildirişim amaçlı kullanımının ötesine geçerek ve kurgunun imkânlarına başvurarak, yazınsal uzamda anlamı çoğaltan, okur imgesel tasarımlar yaratma olanağı sunan edebi bir eser ortaya koymaktır. Estetik mekânda toplumsal meseleleri ele almak yazarın etik tutumu ile alakalı bir konu. Öte yandan hangi tür aracılığı ile olursa olsun, okur didaktik yöntemlerle düşünce aşılamaya çalışan, vaaz eden metinler edebiyat sanatını zedeler.

» Okuru bekleyen başka projeleriniz olacak mı?
Hazırlamakta olduğum bir öykü dosyam var. Eril zihniyetin kadınlık inşasını, cinsellik anlayışını ve bu çerçevede kadını; “kutsal anne” ve “fahişe” gibi kategorilere hapseden bakış açısını sorgulayan metinler üzerine çalışıyorum.

BURAK ABATAY

http://www.birgun.net/haber-detay/yazar-belma-firat-bir-annenin-haykirisinin-yankisi-olmak-icin-yazdim-167745.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder