Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2022 Cuma

Partileşmesine izin verilmeyen Yeşiller, bir kez daha İçişleri Bakanlığı kapısında

Yeşiller, parti kuruluşunu önce alındı belgesi vermeyerek sonra da 'belgeleri bulamıyoruz' diyerek iki yıldır engelleyen İçişleri Bakanlığı'na yeniden başvurmak üzere yarın Ankara'da buluşacak: Mazeret kalmadı, mağduriyet bitsin diye 'Yine Buradayız!'

Yeşiller, parti kuruluş evrakına iki yıldan fazla bir zamandır “alındı onayı” vermeyen ve böylece partinin kuruluşunu mahkeme kararlarına rağmen engelleyen İçişleri Bakanlığı’na toplu çıkarma yapmaya hazırlanıyor. Yarın (9 Aralık cuma) günü, 400 sayfayı bulan evrak, bir kez daha bakanlığa teslim edilecek.

Belgelerin İçişleri Bakanlığı’na teslim etmesinin üzerinden iki yıl, Bakanlığın ‘Evrakı inceliyoruz’ demesinin üzerinden bir buçuk yıl, dava açılan mahkemeye ‘Bize gelen evrak yok’ demesinin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Önce gerekçesiz “alındı belgesi” vermeyen bakanlık, sonra dava açılmasını gerekçe göstererek süreci uzattı. Son olarak da kendisine teslim edilen belgeler için “bizde yok” dedi.

‣ ‘İçişleri Bakanlığı Yeşiller Partisi’ne politik blokaj uyguluyor’

‣ Yeşiller Partisi’nin kurulamayışının tarihsel anekdotları

‣ Yargı, Yeşiller Partisi’nin kurulmasını engelleyen Bakanlığı haksız buldu: İşlem hukuksuz, yürütmesinin durdurulmasına…

‣ Yeşiller Partisi’nin kuruluşunu engelleyen İçişleri Bakanlığı’ndan adaletsizlik sarmalı

Siyasi partilerin kurulması için bir izin alınması gerekmiyor. Bakanlığa, usulüne uygun verilecek matbu belgelerin ardından, parti kurulmuş kabul ediliyor ve o tarihten sonra seçime girebilmeleri için gereken prosedür işlemeye başlıyor.

Yeşiller Partisi’nin başvurusu bakanlık raflarında bekletilirken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın son kayıtlarına göre sadece 2021 yılında 21 yeni siyasi parti kuruldu.

‘İki yıldan sonra yine buradayız’

Yeşiller yarın saat 10.00’da yapacakları son başvurularıyla ilgili bir açıklama yaparak “Yine Buradayız” dedi:

“Madem iki yıldan fazla süredir İçişleri Bakanlığı’nın bir odasında bekleyen 400’e yakın sayfanın yok olduğunu söylemeye başladı İçişleri Bakanlığımız, o zaman biz de ellerini rahatlatmak için bir 400 sayfa ile daha Bakanlık kapısındayız.

Artık Anayasa‘nın 68. Maddesi’nin bize verdiği hakla aramıza girmesi için Bakanlığın bir mazereti kalmadı. Bizi haklı bulan mahkemeler ile İçişleri Bakanlığı’nı reddedemeyen mahkemeler arasında davamızın gidip gelmesinin, hukuk sisteminin daha fazla meşgul edilmesinin mazereti kalmadı. 21 Eylül 2020’de kurulsaydık Türkiye’nin 92. partisi olacaktık. Zararı yok. 9 Aralık 2022’de kurulup Türkiye’nin 123. partisi olmamızın önünde bir mazeret kalmadı.

İki seneden fazla bir süredir Yeşiller Partisi’ne yaşatılan mağduriyet sadece kurucularımıza ya da üyelerimize yaşatılmadı. Seçme hakkı elinden alınan tüm seçmenlere yaşatıldı. Fikrimizle iyiye götürmek istediğimiz Türkiye’ye ve hatta dünyaya yaşatıldı. Artık bu mağduriyetin bitme vakti geldi. Mağduriyet bitsin diye “Yine Buradayız!”

Ne olmuştu?

Yeşiller Partisi, 22 Mart’ta partinin kuruluş sürecini tamamlamalarını, “alındı belgesi” vermeyerek engelleyen İçişleri Bakanlığı’na  dava açmıştı.

Ankara 8. İdari Mahkemesi, belgeyi vermeyerek partinin tüzel kişilik kazanmasını sekteye uğratan Bakanlıktan gerekçeli yanıt ve savunma istemiş, ancak herhangi bir cevap alamamış; bunun üzerine Yeşiller Partisi’nden “parti kurmaya ilişkin başvuru dosyasının bir örneğinin kendilerine gönderilmesini” istemişti.

Dosyanın mahkemeye ulaştırılması üzerine, bakanlığın işleminin hukuka aykırı olduğu ve yürütmesinin durdurulması kararı oybirliğiyle alındı.

‣ Yeşiller Partisi’nin kuruluşunun engellenmesi Meclis gündeminde

https://yesilgazete.org/partilesmesine-izin-verilmeyen-yesiller-bir-kez-daha-icisleri-bakanligi-kapisinda/

6 yaşındaki çocuğa istismar iftirası! Cübbeli'den şaşırtan yorum

İsmailağa Cemaati'ne bağlı Hiranur Vakfı'nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel'in kızı H.K.G.yi 6 yaşında evlendirdiği iftirası sonrası açıklamalarda bulunan, Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet Hoca) Youtube üzerinden konuyla ilgili bir video yayınladı.

İsmailağa Cemaati'ne bağlı Hiranur Vakfı'nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel'le ilgili medyaya yansıyan iftiralar kamuoyunun gündemine oturdu. Gümüşel'in kızı H.K.G.'yi 6 yaşındayken Kadir İstekli isimli şahısla evlendirdiği, küçük kızın eşi tarafından uzun yıllar istismara maruz kaldığı iftirası ortalığa atıldı.

"Doğru nedir? Doğru, delil ister. Şahit ister"

Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, Youtube hesabında "Tarîkat ve Cemaatlerin Her Ferdini Nâmus İftirâlarıyla Zan Altında Bırakanlara Cevabım" isimli videoda söz konusu iddialarla ilgili açıklamalarda bulundu. Konu hakkında konuşabilmek için delil ve ispatın olması gerektiğini söyleyen Ünlü, "Ben ilk başta da attığım twit aynıydı, şimdi de aynı şeyleri konuşuyorum. Doğru nedir? Doğru, delil ister. Şahit ister. Burada gayrimeşruluk, zina, eşcinsellik, tecavüz, taciz var mıdır? Bu gibi konularda yorum yapmak için ya gözünle görmek ister ya da deliller, dört şahitli deliller ister. Bu delillere sahip olmayanların internet haberleriyle hele bir de çarşafı çıkarmış, mini etek giymiş, iki senedir kimlerin elinde olduğu sabit olmayan komünist, feminist derneklerin elinde bulunanların laflarıyla Müslüman aileleri zan altında bırakmak Müslümanlar'a yakışmaz. Bunlara katılmak da vebal olur. Onun için yargıya intikal etmiş konular varsa yargıda bunlar delillendirilir. Şahit dinlenir. O şunu mu yapmış, bu bunu mu yapmış? Buna bakılır" dedi.

"Delil yoksa konuşmak caiz değil"

Ünlü sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Delilimiz olmayan konularda da konuşmamız caiz değildir. Delili olmayan, ispatı olmayan yalan yanlış bilgilerle dolu bir durum çıktı ortaya. Ama PKK'nın, HDP'nin kanallarından, parti binalarından, hatta büyükşehirlere kayyum atanmadan evvel Diyarbakır büyükşehir binalarından ve oradaki ilçe bazındaki binalarından, 10-12 yaşındaki kız çocuklarının yüzlerce binlerce kaçırttıkları ve onlar neler anlatıyorlar? Bütün gelenin gidenin onlara tecavüz ettiği, bütün ırzlarının payımal olduğu, bu zavallı anaların ağladığı Diyarbakır annelerinin orada beklediği bu kadar olay, gözünüzün önünde bu kadar namussuzluk alenen, delilli icra edilirken, bir defa haysiyetsizler, şerefsizler dediniz mi? Ama hakkında delilleriniz, karar olmayan hüküm olmayan haysiyetsizler, şerefsizler.

"Alet olan varsa haysiyetsizdir"

Ben de diyorum ki Kimlerin milletin çocuğunu eşcinselliğe alıştırmaya, tacize tecavüze hangi vakıftaysa, camideyse, neredeyse ama parti binasındaysa, hangi kurum kuruluşta böyle namussuzluklara alet olan varsa haysiyetsizdir, şerefsizdir. Ben adam ayırmadan toptanına gider yapıyorum. Ama sen PKK'nın yaptıklarına haysiyetsizdir, şerefsizdir diyebildin mi? Kim o askeri polisi şehit edenlerin cenazesine katılıyorsa haysiyetsizdir. O kadar ananın ağlamasına acımayanlar haysiyetsizdir, şerefsizdir."

https://www.yeniakit.com.tr/haber/6-yasindaki-cocuga-istismar-iftirasi-cubbeliden-sasirtan-yorum-

7 Eylül 2022 Çarşamba

İKTİDARIN FİKİR VE AHLAK ZAPTİYELERİ

İktidar medyasının kadrolu ünlüler devriyesinde dün, iki isim nöbetçiydi. Hakan Taşıyan'la Mehmet Ali Erbil.

Şarkıcı Hakan Taşıyan'a, Gülşen nöbeti tutturulmuş.

Büyük sanatçı edasıyla sanatçılara şöyle ders, ayar verdiriliyordu:

"Herkes haddini bilecek. Sanatçı şarkısını söyleyecek. Sağa sola dilini uzatmayacak."

Mehmet Ali Erbil'e ise Cem Yılmaz görevi düşmüş.

Güdümlü füze gibi şuradan takılıyordu peşine:

"Erşan Kuneri'ye devletimiz müdahale etmeliydi."

Ali Şan, izinli gibi geldi dün bana. "İsminin önünde profesör yazan birinin bunları söylemesi şaşırtıcı" şeklinde bir tepkisini göremedim.

"Hadise'nin eşi ve ünlü iş insanı" sıfatıyla koroya katılan kişi de istirahatliydi sanırım. Ne Yeni Şafak ne de Sabah, kendilerini konuşturup "bir bitmediniz" tarzında manidar tepkilerini bize bildirdi.

Nasıl anlatmıştı Pir Sultan Abdal:

“Demiri, demirle dövdüler/ Biri sıcak, biri soğuktu/ İnsanı, insanla kırdılar/ Biri aç, biri toktu."

5 asır önceydi o, devir değişti.

Şimdi sanatçıyı, hocayı, bilumum muhalifi; iktidarın eline bakan tapon ünlü zaptiyesine dövdürüyorlar.

Biri, yanlışı doğrusuyla kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışıyor. Diğerinin velinimeti iktidar; kumarı, borcu, harcıyla kapısından ayrılmıyor.

NOT: Çarkıfelek zamanı, şöhreti yerinde ve eli para tutarken Mehmet Ali Erbil, Kanal 7'de bir programa konuk edilmişti de muhafazakar izleyici ayağa kalkmıştı. Ahlaki gerekçelerle tabii. Erbil'in şimdi iktidar medyasında ahlak bekçisi kesildiğini görünce hatırladım, hey gidi...

https://abcgazetesi.com/akif-beki-iktidarin-fikir-ve-ahlak-zaptiyeleri-443813

15 Haziran 2022 Çarşamba

Bolu'da üniversiteli kadınlara 'böyle giyinemezsiniz' tacizi

"Bu düzen böyle gitmez!" 

Bolu’da Kardelen Meydanı’nda yolda yürüyen iki üniversite öğrencisi kadın, bir başka kadın tarafından "açık giyindikleri" iddiasıyla sözlü saldırıya uğradı.

Cumhuriyet'in haberine göre, dün akşam saatlerinde meydandan geçen bir kadın, iki üniversite öğrencisini "açık giyindikleri" iddiasıyla taciz etti.

Cep telefonuyla kaydedilen görüntülere göre kadın, öğrencileri “Anneniz babanız nerede? Anneniz, babanız burada olsaydı giyebilir miydiniz?" ifadeleriyle hedef aldı.

Kadının sözlerine öğrenciler ise, “Sana mı kalmış? Sana ne kardeşim. Benim annem de kapalı ama senin gibi değil” diyerek tepki gösterdi.

CHP Kadın Kolları: Gericiler tek adamdan güç alıyor

Olay üzerine CHP Kadın Kolları bir tepki açıklaması yaptı. CHP Kadın isimli Twitter hesabından yapılan açıklamada, "Bolu’da gerici bir kadın, yolda yürüyen iki üniversite öğrencisine “Annen baban burada olsaydı böyle giyinir miydin? Böyle giyinemezsiniz” dedi. Balık baştan kokuyor. Gericiler, tek adamın kadınlara hakaretinden güç alıyor. Bu düzen böyle gitmez!" denildi.

https://t24.com.tr/video/bolu-da-universiteli-kadinlara-boyle-giyinemezsiniz-tacizi,48084

26 Ağustos 2021 Perşembe

Din devletine “yumuşak geçiş” çabası mı?

Erdoğan son zamanlarda Cuma namazı çıkışlarında basın toplantısı yapmayı bir adet haline getirdi. Bunun, laik düzene karşı sembolik bir adım olduğu, bunun için yapıldığı çok açık. Acaba Erdoğan’ın, Taliban’a “yumuşak geçiş” tavsiye edip durması da böyle bir şey mi?

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protestolar sırasında LGBTİ+ bayrağı açtıkları için tutuklanan öğrencilerin, Anayasa Mahkemesi’ne yaptıkları “hak ihlali” başvurusuna Adalet Bakanlığı’nın verdiği yanıt, rejimin zihninin ardında nelerin atmakta olduğunu ortaya koyuyor.

Adalet Bakanlığı’nın savunmasında “İslam dini literatüründe eşcinselliğin ve benzeri cinsel yönelimlere dair imgelerin yasak ve haram olduğu” vurgulanıyor.

Böylece öğrencilerin tutuklanmasına dini bir meşruiyet kazandırılmaya çalışıyor.

İslami kurallara göre yönetilen İslam ülkelerinde eşcinsellik, ülkenin meşrebine göre idamla da cezalandırılabiliyor, hapis ile de.

Adalet Bakanlığı’nın bu savunması, rejimin, dini toplumsal hayatın merkezine yerleştirme projesinin bir adımı olmalı.

Laik bir hukuk düzende dini referansların payının giderek artıyor olması, sadece bunu gösteriyor.

3 Ağustos günü T24’de Batman Belediyesi’ndeki bir ihale ile ilgili haberde, belediye binasının fotoğrafı kullanılmıştı.

Binanın üzerinde Türkçe ve Kürtçe olarak “TC Batman Belediyesi” yazılı.

Onun üzerinde de ayrı bir yazı daha var: “Halka hizmet, Hakka hizmettir.”

Devlet ve belediyeler vatandaşların vergileri ile görevlerini yerine getiriyorlar.

Görevleri de doğrudan doğruya vergi mükelleflerine hizmet etmektir.

O görevleri yerine getiren kişiler, görevlerini kanunlara, yönetmeliklere uyarak yerine getirirlerken elbette vicdani ve dini bir sorumluluk da hissedebilirler.

Böylece hem kanunlara uyarlar hem de inanıyorlarsa dinin emirlerini yerine getirmenin huzuru içinde olurlar.

Ama bilinir ki halka hizmet etmek, halka karşı yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Allah’a karşı görevleriniz ile halka karşı görevleriniz arasında bir bağlantı yoktur.

Halka hizmet, halka hizmetten ibarettir ve hem görevlilerin hem de hizmeti alanların dini inanışlarıyla bir ilgisi de yoktur.

Çünkü laik devlet, çalışanları için de, vatandaşları için de her türden inanışa ve inançsızlığa eşit mesafede olmalıdır.

Laik düzende kamu kurumlarının binalarına böyle dini referanslar içeren tabelalar asılmaz.

Erdoğan da son zamanlarda Cuma namazı çıkışlarında basın toplantısı yapmayı bir adet haline getirdi.

Bunun, laik düzene karşı sembolik bir adım olduğu, bunun için yapıldığı çok açık.

Bir yandan “dini bütün” vatandaşlar için yapılan bir “Müslümanım ben” gösterisi, diğer yandan cami avlusuna siyasetin sokulması, toplumsal yaşamın her alanına dini referanslarla yaklaşılması.

Acaba Erdoğan’ın, Taliban’a “yumuşak geçiş” tavsiye edip durması da böyle bir şey mi?  

* * *

Kafa kesmeye “yumuşak geçiş” nasıl olur?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Taliban’a “yumuşak geçiş” öneriyor.

Değişik ülkelerin liderlerine de telefonda, Taliban’ı “yumuşak geçişe” ikna etmeleri için çağrıda bulunmayı da ihmal etmiyor.

Bu dileğinin, muhatapları nezdinde nasıl bir karşılık bulduğunu bilmiyoruz.

Normal olarak iki arkadaş arasında konuşuluyor olsa “benimle kafa bulma” dersiniz.

Devletlerarası ilişkilerde böyle bir şey olmuyor tabii.

Büyük ihtimalle sessiz bir tebessümle dinleniyor bu çağrısı.

Putin’in filan telefonu kapattıktan sonra yakın danışmanlarına bu konuyla ilgili şakalar yaptığını da varsayabiliriz.

“Yumuşak geçiş” önerilen düzenin ne olduğunu Taliban’ın geçmiş iktidarı süresince yaptığı işlerden biliyoruz.

Tarihi 6, yüzyıla kadar giden Bamyan’daki iki Buda heykelinin bombalanarak yok edilmesi gibi işlerden tutun da kız çocukların okula gitmesini engellemeye kadar bir dizi marifeti var.

Taliban’ın iktidarda olduğu 2001 yılında, Afganistan’da bir okula kayıtlı kız çocuğu sayısının “sıfır” olduğunu biliyor muydunuz mesela? 1 milyon erkek öğrenci vardı aynı tarihte.

Geçtiğimiz Mayıs ayında da bir liseye düzenlenen bombalı saldırıda çoğunluğu kız öğrenci 68 çocuk ölmüş, 165’i yaralanmıştı. Saldırının neden lisenin dağılma saatinde öğrencilere yapıldığını tahmin edebilirsiniz.

Taliban, bir şeriat düzeni kuracağını açıkça söylüyor.

Kendi din anlayışına yüzde yüz uymayan herkes Taliban’a göre cezalandırılması gereken kafir; tekfirci bir dini inanışları var.

Kırbaçlama, recm, kafa kesme, organ kesme gibi cezalandırma yöntemlerini geçmişte tereddütsüz kullandıklarını da biliyoruz.

Ve şimdi Erdoğan istiyor ki Taliban “yumuşak geçiş” yapsın.

Bununla ne demek istiyor, anlayan beri gelsin.

Taliban’ın varacağı yer “yumuşak” değil ki giderken “yumuşak” olsun.

https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/din-devletine-yumusak-gecis-cabasi-mi,32215

11 Nisan 2021 Pazar

Feminist Tanrılar Kurban İstedi

Modernlik dini; tanrılar ve putlar açısından çok zengindir. Modası, kişisel tercihi, kadını, feminizmi ve faiz lobisi başta olmak üzere dokunanı yakan çok tanrılı bir dinidir ...

Osman Hazır

Modernlik dini; tanrılar ve putlar açısından çok zengindir. Modası, kişisel tercihi, kadını, feminizmi ve faiz lobisi başta olmak üzere dokunanı yakan çok tanrılı bir dinidir bu. Bu dinin özgür düşünme ve çağdaşlık gibi safları inandıran hayal tanrıları da vardır. Bu tanrıların bağlıları biz Müslümanların dahi gıpta etmeleri gerekecek kadar inançlarına bağlıdırlar.

Onlara dokunmak, eleştirmek, dini, aklı ve bilimi gerekçe göstererek açıklamalar yapmak canına susamaktır. Katı, bağnaz, mutaassıp, dogmatik ve intikamcı bir dindir modernlik dini.  Doğruları tartışılmaz ve karşı çıkılmazdır. Eğer birisi bir yerde karşı duruş sergilemiş ve etkisi de hatırı sayılır olmuşsa yani kendilerine zarar verecek bir potansiyele sahipse ya hemen ya da ortalık yatıştıktan sonra mutlaka intikamlarını alırlar.

Bu intikam bazen; bu alana yönelik en küçük eleştirinin hatta imanın, karşılığını bireysel ve sosyal linçle meydana gelir. Bazen de yürütülmekte olan hizmet ve görevlerden tard edilmekle.

Çok mu teorik oldu?

Öyleyse biraz örnek verelim; örneğin, faiz konusunda İslam dininin kurallarını ifade eden bir ilim adamının başına neler gelebileceğini yeterince gördüğümüzü düşünüyorum. Yine eşcinsellik lobisinin, kadın erkek ve aile ile ilgili konuların zülfü yare dokunmak kabilinden görülmeden konuşulabildiğini söylemek de mümkün değildir.

Nikâhsız birlikteliklerin kutsandığı bir çağda zinayı eleştirmek suç sayılır oldu demek neden abes olsun.

Kadın ve erkek tesettürüne dair dini ve ahlaki hatırlatmalarda bulunmak artık cesaretten ötesini ister oldu. Zira mahalleyi paylaştığınızı düşündükleriniz dahi dinin hükümleri yerine modernlik dininin: kişisel tercih ve moda putları için sizi kurban etmeye hazır beklemektedirler.

İstanbul sözleşmesi ve faiz lobisi putları

Bu konunun en öncelikle putları arasında faiz ve eşcinsellik lobisi gelmektedir bu doğru. Bu kapsamı İstanbul sözleşmesi ile kuşatan feminist ve eşcinsel putperestler, dokunanı yakma konusunda fena halde azimliler. Kadın hakları, kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet eşitliği vb başlıklarla mecrasından saptırılmış hükümler ihdas etmeyi başarmışlar mazallah.

 Yani İstanbul sözleşmesine karşı olmayı, kadına şiddete taraf olmak gibi akıldan yoksun bir saptırma ile tanımlıyorlar. Şiddet, kadına, erkeğe, çocuğa da olsa şiddettir dediğinizde gerici ve yobaz olmanız garantidir.

Özellikle ramazan, bayram vb. zamanlarda sanki yardım derneği gibi reklam filimleri çeken banka ve faiz lobisine dokunmak da yakıcı olmaktadır.

Somut bir örnekle tamam olsun;

Modernlik dini açısından “suç ve günah” kapsamındaki bütün sınırları ihlal etmiş olan Ayasofya Camii İmam Hatibi Mehmet BOYNUKALIN bu konudaki en taze örnektir.

Faiz ve feminist inanlılar hocaya tahammül edemediler. “Herkes işini yapsın” demek sureti ile onu tanrıların önüne attılar. Nihayetinde; ortalık sakinleşmiş gibi göründüğü bir anda intikamcı yönlerini harekete geçiren, Feminist vesayetin tanrılarına sunulan son kurban Boynukalın hocamız oldu. Ne diyelim; Müslüman etiketli feministler Gulu Gulu dansına başlasın. "Özlem"işlerdir.

Vesayet Balonu

Bu dahi gösterdi ki; Ayasofya imamı Boynukalın hocamızın görevi bırakmak zorunda kalması; “vesayetten kurtulduk” sözümüzün balondan başka bir şey olmadığının kanıtıdır.

Tevhidi ıskalamayanlardan olalım diye dua ile vesselam!

OSMAN HAZIR

https://www.mihraphaber.com/makale/6910100/osman-hazir/feminist-tanrilar-kurban-istedi

Ötekinden korkmak…

Düşman bizi yok etmek ister, öyleyse o bizi yok etmeden biz onu yok etmeliyiz.

Alper Hasanoğlu

Annemin epilepsisi vardı. 

Halk arasında sara olarak bilinen bu hastalık, nöbet geldiğinde kişinin daha sonra çoğunlukla utanacağı bir durum yaşamasına neden olur. 

Annem 15 - 20 saniye kadar bilincini yitirdiği ve yere düştüğü nöbetler geçirirdi. Nöbetlerin nerede ve ne zaman geleceği belli olmazdı tabii. Onu pazarda alışveriş yaparken de yakalayabilirdi, arkadaşlarıyla tatlı tatlı sohbet ederken de. Çok utanırdı annem, sanki bu bir hastalık değil de kendisinin bir kabahati, kusuruydu. En yakınları dışında kimsenin bu hastalığını bilmesini istemezdi. 

Annemin bu düşünüş biçimine, tıpta ‘selfstigamatizasyon’ denir. Yani kişinin kendi kendini damgalaması, dışlaması, ötekileştirmesi. Eğer hastalığını bilirlerse ona hak ettiği değeri vermeyecekler gibi hissederdi bilinçdışı bir şekilde ama “Neden bilsinler oğlum, ne gerek var?” diye bir açıklama yapardı bana ve kendisine. 

Bazı hastalıklar toplumun onlara yükledikleri anlam nedeniyle, o hastalığı olan kişilerin alnına kazınır sanki ve toplum onları içine almak istemez. Cüzzam da öyle bir hastalıktır mesela. ‘Türkan Saylan Cüzzam Hastanesi’ sınırları dışında, ailelerinin yanında bile, rahat edemez cüzzam hastaları. İnsanlar onlardan korkar, ürker, hatta tiksinirler. Oysa korkuları boşunadır. Cüzzam başlangıçta çok kısa bir süre hariç bulaşıcı değildir çünkü.

Toplum tarafından dışlanan, en büyük hastalık grubu psikiyatrik hastalıklardır. Özellikle şizofreni hastaları, halk arasında tam olarak ‘deli’ damgası yer ve neredeyse hiçbir kişisel hakka sahip değilmiş gibi muamele görürler. Onlarla evlenmek, onlarla arkadaş olmak, onlarla birlikte anılmak istemez ‘normal’ insanlar. Mahallede bir şizofreni hastası varsa, üstelik biraz ‘garip’ davranışları, insanlara tuhaf gelen söylemleri de oluyorsa, dışlarlar onu, ancak gülerek, alay ederek tolere edilebilirler. Sıklıkla ‘normal’lerin şiddetine uğrar ‘deli’. 

Çünkü birçok insan farklı olana, aklına yatmayana tahammül edemez. Bu durum maalesef bizimki gibi ‘öteki’ne saygının iyice azaldığı toplumlarda çok daha vahim hale gelmiştir. 

Stigmatizasyon yalnızca hastalara yapılmaz. Toplumsal normların dışında olduğu düşünülen bütün insanlar, gruplar bu muameleye maruz kalır. Başka türlü olmak, bazı insanların ve grupların yakasına istenmeyen bir kimlik olarak yapışır. Onların kabul edilemez özellikleri vardır, bu özellikleri çoğunluğu oluşturan kesimde tiksinti, korku, öfke vb. olumsuz duygular uyandırır. 

Sosyolojik olarak stigmanın tarifi şöyle yapılır: “Kişiyi toplumun ya da içinde bulunduğu grubun diğer üyelerinden olumsuz olarak ayrıştıran, ve sosyal olarak kabul görmesini engelleyen, fiziksel, psikolojik veya sosyal bir işaret.” Belli bir politik görüşe sahip olmak, din, cinsel yönelim (eşcinsellik), işsizlik, yoksulluk en önemli stigma kaynaklarıdır.  

Stigma, bireyin kişisel özelliği nedeniyle değil, kişinin içinde bulunduğu toplumun, grubun o özelliğe atfettiği olumsuz anlamla ortaya çıkar. O ‘işaret’in kendisi değil, onun toplum tarafından tanımlanma biçimidir belirleyici olan. Eşcinsellerin stigmatize edilmediği bir ülkede bir eşcinsel, belediye başkanı seçilip partneriyle el ele kendisini seçen halkı selamlarken, bizim ülkemizde alay edilmekten, şiddet görmeye, işten atılmaya kadar varan muamelelere uğrayabilir. 

Kriz, savaş ve kaos durumlarında stigmatizasyon öyle bir boyuta varabilir ki, en sıradan farklılık düşmanlık olarak algılanır. Bırakın bir azınlığa dahil olmayı, etnik farklılığı, mezhep farklılığını, ayrı partilere oy vermek bile insanların birbirlerini ötekileştirmeleri, birbirlerini dinlemekten vazgeçmeleri, düşman olarak görmeleri için yeterli hale gelir. 

Düşman bizi yok etmek ister, öyleyse o bizi yok etmeden biz onu yok etmeliyiz. 

Bireyselliğin yeteri kadar gelişmediği bizim gibi toplumlarda öteki çok daha tehlikelidir. Çünkü benlik gelişimi zayıfsa, farklı olan öteki, bireyin kendisiyle ilgili gerçeklik ve haklılık algısını çok daha fazla tehdit eder. Bu durumda kişi var olabilmek için kendini güçlendirmek, benliğinin sınırlarını daha net çizmek yerine, ötekini yok etmeye yönelir, çünkü ötekinin varlığının benliğini tehlikeye düşürdüğü gibi bir algıya sahiptir. 

Aslında farklı olan öteki bir tehdit değil, kişinin birey olabilmesi için bir fırsattır. 

Ve toplum olarak biz bu fırsatı kaçırmak üzereyiz.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/otekinden-korkmak-1826720

7 Ekim 2020 Çarşamba

Gerici başhekim yardımcısı ameliyata entariyle giremediğine isyan etti


15 Temmuz Darbe girişiminden sonra statüsü değiştirilen Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin (GATA) başhekim yardımcılığı görevini yürüten ve medeni kanunu hedef alan Dr. Ali Edizer bu kez ameliyata entariyle giremediğine isyan etti

Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin Başhekim Yardımcısı Dr. Ali Edizer, giydiği entarisiyle kameranın karşısına geçerek pantolon giyilmesini eleştirdi. Edizer videoda “Ya kel Mahmud, ya padişah ikinci Mahmud bizi düdük gibi pantolona mahkum ettin, bir Osmanlı hanedanı evladına yakışıyor mu? Şunun rahatlığını ferahlığını ancak evimizde gizli saklı bulabiliyoruz ya” ifadelerini kullandı.

BOŞANMAK YERİNE İKİNCİ EŞİ ALIN

Ali Edizer’in, “Esra Erol’a bizi götüren yolun başı, İsviçre Medeni Kanununun kabul edilmesidir. Sorsan “kadına özgürlük ve uygarlık” kazandırıldı. Resmiyete tek eşlilik, fiiliyatta zina ve fuhuş serbestliği. Kuvveden fiile batı ahlâksızlığı…” sözleri tepkileri üzerine çekmişti.

https://tele1.com.tr/gerici-bashekim-yardimcisi-ameliyata-entariyle-giremedigine-isyan-etti-236848/

https://tele1.com.tr/bashekim-yardimcisindan-skandal-sozler-bosanmak-yerine-ikinci-esi-alin-236747/

17 Nisan 2020 Cuma

Müslüm Yücel: Siyaset ve mafya arasında şartlı ötenazi: Çakıcı ve Peker

Kabadayı Doğulu bir kavramdır ve kök olarak Arapçadır ve genelde bir azınlık gurubuna dâhildir. Kim nerde azsa, oradan bir feda çıkar.

Osmanlı’nın kabadayı ile tanışması 19’uncu yüzyılda olmuştur ve bunlar genelde, ocaktan edilmiş yeniçerilerdir; bir birlik değillerdir ve bir biçimde, maddi ve manevi olarak geçinmeleri gerekir; artık zafer kazandıkları cepheler kapanmış, kılıcın yerine silah gelmiştir ve dahası, inandıkları halife onları boşa çıkartmıştır. 
Bu durum en fazla Abdülhamit’in işine yarmıştır ve çok geçmeden kabadayı daha dal budak salmadan evcilleştirilme başlanır. Mahallelerde yuvalanan, beslenen, burada nüfus elde eden kabadayı Abdülhamit’in gayri resmi nizamının korucusu olur.
Kimi zaman baş edemediğini ihbar eder, kimi zaman boyun eğdirerek baş olur. Kahvelerden para alır, randevuevlerinin korumacılığını yapar, sırasında, buralardan sevdiklerine ikramlarda bulunur, ta Selanik’ten kaçak hayvan getirir, Edirnekapı’da hayvanı seyyar kasaplara satar ve böylece kayıt dışı bir ekonomik güç kaynağı olur. Tulumbanın evlerde yaygınlık kazanmasıyla da küçük ölçekli kabadayı gurupları (tulumbacılar) dağılır. 
Osmanlı’nın hüküm sürdüğü bütün toprak parçalarında hatırı sayılır bir eşkıya edebiyatı vardır ama Reşat Ekrem ve Cevat Ulunay ve bir parça da Ahmet Mithat dışında kabadayı hakkında hatırı sayılır bir edebiyat yoktur. Ahmet Mithat’ın Hüseyin Fellah romanındaki Civelek Mustafa bunlardan biridir.
Civelek Mustafa, ikiyüzlünün önde gidenidir. Bir yanda halkın ırz ve namusunu korur gibi görülür, diğer yandan meyhanede gönül eğlendirir, evden kız kaldırır. Karakollarla araları iyidir bu adamların; karakollar onları, onlar da karakolları kollar. 
Azınlıklara yönelmenin başlandığı 1850’den- 1942’ye kadar Türk ve kabadayı yoktur ama din bağı üzerinden örneğin İstanbul’da kimi kabadayılar zorla türetilirler ve bunlar, devletin gizli işlerini görürler; Çerkez ve Araplar ilk akla gelenlerdir.
Kürt ve kabadayı ise söz konusu değildir; Kürt hamaldır, sokak hiyerarşisinde güçlü olandır; dindar ve fedakârdır; namusuna ve dinine dokunmadığın müddetçe tokat bile atabilirsin, sesi çıkmaz. Kayıkları tereyağından kıl çeker gibi denizden çeker ve akşam olunca da eve giderler, ne kahvelerde sabahı bekler, kandil kesip sabaha kadar Hamza peygamberin hikâyelerini dinlerler ne cibreye vurup ipsiz takımına meylederler. 
Kürdistan’da ise çok enginlere dalıp çıksak kabadayının zayıf karşılığı mahkûm gezmedir; burada, evden bir feda çıkar, düşmanı vurup dağa çıkar; dağa çıkma nedeni, eğer karşı taraf bir şey yaparsa, tekrar düze inmektir. Bu yüzden Kürtlere uygun olan form 16’ın yüzyıldan beri eşkıyalıktır.
Tehcir sonrasında eşkıyalar ya evcilleştirilmiş ağa olmuş ya da bir ağanın yedeğinde yer almışlardır. Devlet adına hareket edip zorla vergi toplayan kimselere karşı gelenlerde vardır (Kurde Kore gibi) elbette; onlar türkü diye çağladığımız kimselerdirler, zora ve zulme boyun eğmemişlerdir. 
Tıpkı edebiyatta ki gibi majör ve minör kavramları kabadayı içinde geçerlidir. Kafka, Prag Almancası kullanır; yani, büyük ve hâkim olan Almancanın içinden çıkmış bir dille, az olan Yahudilerin dili/ sözcüsü olur. Bu anlamda “Türk” ve “kabadayı’ diye bir ifade kullanmamız tarihsel olarak mümkün değildir. Kabadayı majördür; büyük ve hâkim olandandır. Yoksul ve azınlığın yanında olan ise azınlıkların kendi içlerinden çıkardıkları/ çıkan feda kimselerdir.
İstanbul başta olmak üzere, bütün Osmanlı mülkünde kendini feda ederek, mazlumun yanında yer alan tek kalem azınlıklardır. İstanbul, Hasköy ve Balat’ta Yahudi, Tatavla/ Kurtuluş’ta Rum ve Ermeni kabadayılar vardı ve bunlar, mahalleden sorumlu kimselerdir. Bunların yanında Bulgar kabadayılar da vardı.
Türk ve Müslüman kabadayı 1900’lerden itibaren dolaylı ya da direk olarak devlet adamıdır; özellikle Jön-Türkler mahalle ve ilçelerde kabadayı avına çıkarlar; yakalayıp cezalandırmak için değil, örgütleyip kendi işlerine yarar hale getirmek için. Tarihçi arkadaşım Noemi Levi bu devrin en önemli simalarından biri olan Sarraf Niyazi’den söz eder (Osmanlı İstanbul’unda Asayiş, İstanbul 2017).
Bu adam, Sarraf Niyazi, mahallede kısa sürede nam salar, polisin dikkatini çeker, sonra polis teşkilatı onu alıp, Büyükada’ya ser-komiser yapar. Niyazi’nin atanmasının nedeni, şudur: “Rum kabadayıları hizaya getirmek.” Geldiler mi? Geldiler ve şimdi çürük vicdanlı kimseler için, “bir zamanlar Rumlar vardı” söylencesiyle de bir nesli büyüttüler. 
Biraz daha tarihe girsek mi? Hapishaneler, Enver Paşa’nın adam devşirmek- kendi adamı yapmanın yerleriydiler. Buradan kimleri mi çıkarttı. Yakup Cemil’i çıkartılar. Daha nice ipsiz ve sapsızdan kahramanlar yarattılar… Gücenilecek bir durum değil, yeniçerililer de devşirme idi. 
Efendiler!
Kabadayılık bu topraklarda Hristanos’la birlikte bitti; bu adam İstanbul’da doğmuş, 1920’de öldürülmüştür. Hristanos, benim kabadayılıkla ilgili yorumlarıma açık bir tiptir. Azınlık ahlakı vardır; ezilmişlik, kendini bireysel güçte bulur, şarttır. Kendini korumanın yolu, yine kendinden geçer. İç dünyası gizlidir, dış dünyası da, kendi sesiz dünyasında onu koruyacak yasalar yoktur, polis güven vermez ona ve kendi benzerlerine karşı hep bir korumacılığı vardır. Ekmeği bile bir kereden yemez, arkadaşını düşünür. 
Hristanos, Osmanlı’nın son demleri ve Cumhuriyet’in ayak seslerinin geldiği bir zaman diliminin kabadayısıdır. Korkusuzdur, yaptığı yasal olmayan işlerden hiçbirinden dolayı yakayı ele vermemiştir, Rumların sevdiği, sözüne güvendiği biridir, bu yüzden saklanacak yer diye bir sorunu yoktur.
Hristanos’un karşı çıktığı kimseler, genel bir temenniyi ifade eder, bu anlamda otoriteye muhalif bir çizgisi vardır. Aktarıldığına göre kendine bir de kod ad bulmuştur: Panaiyas; Yunanca kutsal, Türkçe “Allah” demektir bu (Her iki anlama da haşa). Ergun Hiçyılmaz, Hristanos’u “katil” olarak değerlendirir. Hiçyılmaz’a hiç sözüm yok ama entelektüelin işlevi, kendinden olmayan kabadayıyı, cani diye mimlemektir. 
Onunla ilgili bir film de yapılmıştır. Agah Özgüç, şunu söyler: “Osmanlı zaptiyesine, alay edercesine kafa tutan Hrisantos da azılı eşkıyalardan biriydi. ‘On üç polis öldürdüm. Üstüme gelirseniz hepinizin kanını içeceğim’ diye tehditler savuran bu ‘şehir eşkıyası’nın desteği de İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri’ydi . Karakolları basan, Beyoğlu’nu, Galata’yı, Tophane’yi haraca kesen Rum eşkıya, sonunda polis arkadaşlarının intikamı adına ant içen komiser Muharrem Alkor tarafından 1920’de Eylül ayında, bir salı gecesi öldürülecekti.” 
Özgüç’ün yorumlarına bakılırsa, burada “kahraman Türk polisi” imgesinden başka elle tutulur başka bir şey yoktur filmde. 
Hrisantos ilk gece derslerini bir garson olan kardeşinden alır. Yoksul bir kimsedir. İlk cinayetini on altı yaşında işler. Haraç vermeyen bir dükkân sahibinin boğazını keser. Bu cinayetle kabadayılık “biliminin” okulu olan hapishaneyle tanışır. Buradan kaçar. Kaçışla birlikte namı yayılır, bir de serde aşk vardır: Marika ile tanışır, evlenir. Ne beyhude gecedir o, ne İstanbul’dur. Aklıma Yesari Asım Aksoy’un hüzzam şarkıları geldi. 
Bir de tabii gizli aşkı vardır: Eftimya. Bu gizli aşk lekelenmeden ömür boyu sürer. Eftimya evlenmez hiç. Aşk bu. Polis onu hep yakalayacağından söz eder, her ki arkadaşları ölür, yeni gelen amir, “Hrisantos’u geberteceğim” der. Hrisantos’la ilgili ferman çıkartılır: Ölü getirene, yerini bilene…  
Polis memuru Mehmet’de meydan okumuştur, sonra İsmail; onu yakalayacağını, madara edeceğini söylemiştir. Hrisantos bu meydan okumaları duyar, karakolu basar. Karakoldan ayrılırken, şunu söyler: Bir kurşun yeterince uyarıcı olmalıdır. 
Hrisantos bu ve benzer raconlar ve madara ettiği polis memurlarıyla azınlığın kahramanı olur. Rumlar ve diğer azınlıklar Hrisantos’un yaptıklarını dilden dile yayarken, güçlü kuvvetli kendine inanan polis memurları da her seferinde meydan okumaktan geri kalmazlar. Bir keresinde onu arayan, madara edeceğini söyleyen polis memuru vardır: Muharrem.
Muharrem hamamda keselenirken, birden yanında sıcak taşların üzerinde uzanmış vaziyette Hrisantos’u görür. Muharrem dışarı fırlar, Hrisantos arkasından. Hrisantos, Muharrem’e “bir acelen mi var” diye sorar. Muharrem “seni tanımıyorum” yanıtını verir. Hrisantos sokak lambasına ateş eder, sonra Muharrem’e…  
Ayalıçeşme Karakolu’nu basması, polisleri nezarete tıkması ilginçtir. Ancak karakoldaki komiser silahını “namusudur” diye teslim etmez. Komiser Muharrem Alkor’un kurşunu ile ağır yaralanır. Yaralı halde sevgilisi Eftimya’nın yanına giden Hrisantos, sevgilisinin hastane teklifini reddeder. Polis eve gelince, Hrisantos artık hiçbir şey duymamaktadır. 
Hrisantos’un cenazesi ilginçtir, siyahlar içersinde binlerce kişi vardır. İlk kez bir “serseriye” böylesi bir cenaze tertiplenmiştir. 
II
Türkiye 1960’a kadar toplu halde iki defa yurtdışına çıkmıştır: Birincisi Kore Savaşı, ikincisi de Almanya’dır. Bu iki ülkeye sonradan başka bir ülke de eklenir: İsviçre. 70’li yıllarda kara-para ve kara-paranın aklanılması denilince akla gelen ilk yabancı ülke de İsviçre’ydi. 
70’li yıllarda afyon dikim alanlarının daraltılması konusunda Amerika, BM’yi yanına alarak Türkiye’ye baskı uygular. Çünkü bu tarihlerde, (1970’li yılların ortaları) dünya ölçeğinde yasal olarak elde edilen uyuşturucunun yüzde 33’ü Türkiye’de üretiliyordu.
Yine dünyadaki en büyük haşhaş kapsülü işleme kapasitesine sahip fabrika Afyon/ Bolvadin’deydi. 1980’li yıllara gelindiğinde askeri rejimden sivil yönetime geçişle doğru orantılı olarak sivil iktidarlar tarafından ihracatın arttırılması çalışmalarına hız verilir. 
80’li yıllarda darbenin ağır gölgesi altında gidilen çok partili sistemle birlikte Özal yastık altında tutulan altınların, kaçak olan markların ve küplerdeki altınların çıkartılmasını ister. Türkiye serbest piyasa ekonomisine geçmiştir, dışa açılmak istemektedir. Bu yıllarda yargı sağlıklı işlemez, yasal yollarla bu iflasın eşiğine gelmiş pek çok kişi ve şirket vardır. Yasal boşluklar, işlemeyen yasalarla birleşir.
Tahsil edilmeyen borçlar birikir; alacaklar, verecekler, çekler, senetler mafya üzerinden işlem görmeye başlar. Bundan böyle mafya günlük hayatın bir parçası, bir adalet mekanizmasına döner. Şirketler alacaklarını yasal yollarla değil, çek senet mafyasına giderek tahsil ederler, kişilerin ilk çaldıkları kapı yine mafyadır.
Artık bir güç değil, bir sektör gibi işleyen, gayri resmi adalet vardır. Dikkat edilirse, artık kabadayı yerine mafya- mafya babası gibi ifadeler söz konusudur. Feodal düzene karşı, popülist bir isyancı olan “iyi hayduttun” yerine, devletle işbirliği yapan ve sırasında devleti karşısına alıyor gibi görülen bir güç vardır: Mafya.
Mafya, Arapça kökenli bir kelimedir. Çokça İtalya adı telaffuz edilir ama bunun yanında Almanya’nın mafya kökleri hiç de azımsanacak gibi değildir. Feodalizm Avrupa’da dağılma süreci yaşarken topraklı ve topraksız köylüler arasında bir dizi çatışma yaşanır. Almanya’da, Aşağı Ren Bölgesinde kimi Çingene katliamları yapılır ve Çingenelerin sırtı, kızgın demirle damgalanır (M harfiyle damgalanır.)
19’uncu yüzyılın ilk başlarında bu hal Ernest Mandel için Nazi termolojisinin bir ön belirtisidir. İtalya’da ise İtalya’nın birleşmesinden kaynaklı aileler ortaya çıkar ve bunlar, mafya diye adlandırılırlar. 20’inci yüzyılda ise Mafya baba ve aileleri devletle iç içedirler. Bununla ilgili hatırı sayılır bir döküm de vardır.
Örneğin Mario Puzo’nun meşhur romanı Baba’da, baba bütün yargıçları, valileri kendine bağlayan, hapiste tek bir adamını bırakmayan biridir; düğün sahnesiyle açılan romanda, davetliler arasında senatörler, şarkıcılar, film yıldızları vardır. Diğer mafya ailelerinin ise tek bir istekleri vardır babadan: Gücünü paylaşma. Güç paylaşma, valiyi, emniyeti, senatörü paylaşmadır. Artık Freud’un sevdiği, ayrı bir kıymet verdiği iyi haydut dönemi kapanmıştır, suç ve bilinçaltı arasındaki dengeyi, siyaset belirlemektedir. 
90’lı yıllarda ise çek-senet, devlet ihaleleri, hırsızlık, mal pazarlama, okul çeteleri, kasa hırsızlığı, oto hırsızlığı, fuhuş, göçmen kaçakçılığı, işçi simsarlığı, kara para aklamaları ve benzeri konular organize bir şekilde yapılanmaya başlandı ve dahası artık her suç örgütü kendi içinde bir şirket gibi çalıştı. Susurluk’la birlikte devletin mafyalaştığı, aslında mafyanın da devlet içinde nasıl konumlandığının tipik bir okumasını herkes evinde bir film gibi izledi. 
Öncesi var mıydı? 
Elbette.
Hasan Cevahir’in 1968’de kalp krizinden ölümü herkesi yasa boğar. İstanbul’da çıkan her kavganın ortasında yer alan, herkesin sözü eri olarak tanıdığı adam ölmüştür. Camide ona karşı son görevini yapmak üzere bekleyen yüzlerce kişi vardır. Protokole göre dizilmişlerdir. En önde, yakınları olma itibariyle babalar, onların bir sıra arkasında yirmi kadar emniyet müdürü ve elli kadar polis, onların arkasında halk… Çelenk gönderenler de vardır; bunlar arasında en ilginç çelengi Cevdet Sunay’ın oğlu gönderilmiştir. 
1993’te yine bir cenaze töreni vardır, bu sefer ölen kişi İnci Baba’dır. Ankara yer altısının karşı konulmaz kişilerindendir, şoförü tarafından öldürülmüştür. Demirel’in manevi oğlu olarak nam salmıştı. 
90’lı yıllarda TV’lerde babaları sıkça gördük. Arabulucu, hatırı sayılır kişi…  Dündar Kılıç, Emlak Bankası eski Genel Müdürü Engin Civan ve Selim Edes arasındaki anlaşmazlığı çözmek çalışmıştı, böyle deniliyordu, üstelik Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın ricasıyla… 
İşte bu arada Alladdin Çakıcı adını da duyduk. Çakıcı’nın bir siyasal görüşü vardı, kendi deyimiyle, DEV-SOL taraftarlarıyla çıkan çatışmalarda, “babasını ve yeğenini” kaybetmiş ve kendisi de pek çok kavgaya karışmıştır. Devletin içinde ve devletin dışındadır. ASALA ve PKK’ye karşı devletin içindedir; mafya bağlantıları ve raconlarıyla devletin dışındadır. Hanefi Avcı, Çakıcı’nın MİT’in adamı olduğunu ileri sürmüştür. Ne kadar doğru, bilmiyoruz tabii.  
Ülkücü mafya var mı? 
Hem Alpaslan Türkeş hem de Devlet Bahçeli bunu asla kabul etmediler. Ama Türkeş’in bazen evinin etrafını temizleme işini birilerine verdiğini herkes söyler, duyar, bilir. Bu iş, kimi zaman kullanma olarak dikkat çeker ama bu işi yapan, kimi- temizlikçi de doğal olarak artık kendini partili olarak görür, yüceltir; partiyi savunmayı da kendine görev bilir. MHP her ne kadar, “ülkücü mafya” ifadesinden uzak durmuşsa, o kadar da ülkücü mafyayla iç içedir. 
III
Aralık ayından beri dünya coronayla ilgileniyor. Afganistan, Talibanlara; İran, kimi muhaliflere af çıkarttı. Türkiye’de bu zor zamanda cezaevlerine uzandı. Meclis’te oturumlar yapıldı ve en nihayet, siyasiler dışında pek çok kimse dün geceden beri salıverildi. Bunlardan biri Çakıcı’ydı. 
Çakıcı çıktığı andan itibaren sosyal medyada olumlu, olumsuz pek çok yorum yapıldı. Kimi “niçin salıverdiniz” dedi; kimi “siyasiler içerde, Çakıcı dışarıda” dedi… Kimisi sevindi. 
Çakıcı çıktı ve bir parti lideri gibi bir basın açıklaması yaptı; ilginçti, bu açıklamada kendi ve diğer mahkûmlar adına iki kişiye teşekkür ediyordu; ilki Devlet Bahçeli, ikincisi Tayyip Erdoğan’dı. Bir de ilginçtir, Çakıcı, sol bir jargon kullanıyordu, Erdoğan için emperyalizme karşı mücadele eden bir kişi diye söz ediyordu.  
Açıktır!
Çakıcı, şimdi bizi yöneten koalisyonun bir ortağıdır; ne kabadayı, ne de mafya babasıdır. Her açıklamasının altında devletini ne kadar çok sevdiğini belirtmiştir ve bu güne kadar ne yapmışsa, devleti için yaptığını söylemiştir. Suç mu? Devlet için işlenen suç, suç değildir. Yani, o bir devlet adamıdır. Bugün suçluysa, devlet onu yaratmıştır. Doğasıyla Çakıcı, bir suçlu değil, bir kahraman olmalıdır. 
İktidarın en büyük ortağı olan Devlet Bahçeli onu bizzat cezaevinde ziyaret etti. Bu bir tanış ziyareti değildir, bir arkadaş ziyareti değildir. Bu bir fikir ziyareti, ikili bir zirve toplantısıdır. Bahçeli, Kurtlar Vadisi’ndeki Ömer Baba değildir; bir fikrin temsilcisidir ve bugün ülkücü camia içinde kesin bir dokunulmazlığı vardır.
Türkeş’in eşi ve çocukları bile onu yerinden edememişlerdir. Çakıcı’da öyle küçük ve basit bir güç değildir. Sosyal medyada bile binlerce izleyeni, seveni olan biridir. Ekonomisinin sınırları bir mahalleyle sınırlı tutulan kabadayının çok ötesinde olduğu da açıktır. 
Çakıcı’yla birlikte olmasa son zamanlarda yaptığı mitinglerle dikkat çeken başka bir kişi var: Sedat Peker. 
Mitinglerinde takım elbiseli kimseler eşlik ediyor ona ve bir de dikkat ettim, bir hoca da hep yanında bulunuyor. Tiyatral bir hava estiriyor. Din ve güç, ikisini kendinde birleştiriyor ve gittiği her yerde Bozkurt selamıyla birlikte AKP’ye de övgüler diziyor. Bir kabadayı ya da mafya babası gibi değil o da, büyük olmasa da küçük bir partinin temsilcisi gibi davranıyor; açılışlar yapıyor, açıklamalar yapıyor. Şehit ve asker imgesini çok sıkça kullanıyor ve kimi zaman bu, karşılık da buluyor.  
Medyada Çakıcı ve Peker’in kimi söz düellolarına rastlıyoruz. Peker, sosyal medyayı çok iyi kullanıyor, sıkça videolar paylaşıyor. Kimi sözler ediyorlar. Bunlar “kabadayı” sözleri değillerdir. Peker’in video çektiği mekânlara bakılırsa, mazlumun ahına ulaşan bir garibanın sedası değil, zengin bir adamın ihtişamı hissediliyor.
Gücünü oturduğu, yaşadığı ya da yer aldığı mekânlarla da pekiştiriyor. Bazen Osmanlı, bazen Türk bayrağı yanında konuşmalar yapıyor. Böylece güçlü olduğunu değil, gücünü bir yerlerden aldığını hissettiriyor. Kimden? Tek kelime, kimi vaaz ediyorsa, ondan güç alıyor. 
Çakıcı, hapisten çıkınca garibanların yanında nefes almıyor. Büyük bir otele gidiyor, burada kalmıyor, ağırlanıyor. 
Yoksulluk, ezilmişlik, hak ve adalet peşinde olan kabadayı değildir bunlar, kabul edelim ve tekrar söyleyeyim, bunlar, bugünkü koalisyonun birer ortakları durumundalar; MHP ve İyi Parti içinde güçlü oldukları kadar,  anlaşılan AKP içinde gittikçe güçlenen milli/ milliyetçi kesiminde sempatisini kazanmışlar. 
Birbirlerine karşı restleşmeleriyse, yapay bir ötenazidir; bir feda ruhu, bir kendi hayatı üzerinde söz söyleme yoktur onlarda, çünkü, karşıladıkları kitleyi aynı şekilde selamlıyorlar, ikisi de aynı şeyi söylüyor; “devletim” diyorlar, aralarındaki kavga yapay bir kavgadır, ikisi de bozkurt selamıyla sevdiklerini selamlıyorlar. Bir de şu var, kurt kurtla kapışmaz, kurdun derdi kuzularladır…

Akif Beki: “Canınız, malınız, ırzınız ‘korona affı’na emanet”

İnfaz düzenlemesine ilişkin kanun teklifinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesinin ardından cezaevleri boşalırken, örtülü affa tepkiler de devam ediyor.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde basın danışmanlığını ve basın sözcülüğünü yapan Akif Beki, Karar gazetesindeki yazısında “Korona Affı” dediği düzenlemeye sert tepki gösterdi.

“Hangisi topluma daha tehlikelidir: Silahla yaralama ve öldürmekten, bıçaklı saldırıdan kesinleşmiş cezasını çeken mahkum mu? Elini silaha bıçağa sürmemiş, kalemle dille suç işlemekten tutuklu yargılanan şüpheli mi? Henüz suçlu mu, suçsuz mu bulunacağı bile belli olmayan sanık mı?” diye soran Beki, toplamda 90 bin civarında “suçlu”yu aramıza karıştırması bekleyen “af”tan sonra kimlerle “komşu” olacağımızı da yazdı:

Akif Beki'nin ilgili yazısı şöyle:
Hangisi topluma daha tehlikelidir: Silahla yaralama ve öldürmekten, bıçaklı saldırıdan kesinleşmiş cezasını çeken mahkum mu?

Elini silaha bıçağa sürmemiş, kalemle dille suç işlemekten tutuklu yargılanan şüpheli mi? Henüz suçlu mu, suçsuz mu bulunacağı bile belli olmayan sanık mı?

Dün Meclis’ten geçen Korona Affı’na göre bilemediniz. Şüpheli ve sanıklar, terör propagandasına sokulmuş fikir suçundan yargılananlar dahil, azılı mahkumlardan daha tehlikeliymiş.

Amaç; sizi can, mal ve ırz düşmanlarından, mahkum arkadaşların sağlığını da korona salgınından korumak, unutmayın.

Bu durumda, hangisinin komşu gelmesi daha çok korkutur sizi:

Bulaşıcı hastalıklara karşı devletçe alınan tedbirlere uymamaktan, toplum sağlığını tehlikeye atmaktan hüküm giyen mi?

‘Yeterli tedbir alınmıyor’ diye devlet görevlisini eleştirir tivit attığı için, “Asılsız ve provokatif paylaşım”dan gözaltına alınan mı?

Yine yanıldınız. İlk gruptakilere hatırı sayılır infaz indirimi geliyor. Girmeleriyle çıkmaları bir. İkincilerse sokağa salınmayacak kadar topluma zararlıymış. Aranızda dolaştırılmayacaklar.

Peki, şunlardan hangisinin serbest bırakılması sizi daha çok tehdit altında hissettirir:

Kadına, evlilik dışı şiddet uygulamaktan mahkum olanın mı? Çocuk istismarcısı, fuhuş organizatörü ve teşvikçisinin mi? İnsan ve uyuşturucu kaçakçısının mı?

Yoksa...Rahatsız edici bir tivitle, kamu düzenini bozmaktan, kin ve düşmanlığa tahrikten, o da şüphe üzerine tutuklanıp yargılaması sürenin mi?

Tutturamadınız hayır, o da değil.

Devletin karşısına kimse yazıyla çiziyle, eleştiriyle, siyasi aykırılıklarla gelmesin. Bunların topluma kazandırılması mümkün olmuyormuş. Sanık olanları tutuksuz yargılanırsa, hele mahkumiyet alanları infaz indiriminden yararlandırılırsa topluma telafisi olmayacak zararlar verebilirlermiş.

Yeter ki suç fiili olsun, affı kolay. Üstelik bu kategoride mahkumiyet alınması da bilakis tercih sebebi sayılıyor, dezavantaj değil.

Cana, mala, ırza karşı fiili suçlardan yargılanacakları tutuklu yatırmaya her zaman yer yok ayrıca. Koğuşlar aşırı dolu. Kaçma ve delil karartma şüphesi de bu tarz suçlarda pek rastlanır şey olmadığından, tutuksuz yargılanmaları asılmış.

Ama tivit atmaktan sabaha karşı alınıp getirildiyse biri, kapıdan çevrilmez. Öyle misafiri yatırmaya her zaman yer bulunur. Yargılaması başlayıncaya dek alıkonur. Terör ve örgütsel faaliyetle suç şüphesi içeren o lafı arasında bir bağ da kuruldu mu, mahkum bile olsa çıkamaz artık, geçmiş olsun.

Anlı şanlı hukuk profesörleri sizden müjdelerini istiyor, uyarıları bir kulaktan girip öbüründen çıkmış. Korona Affı paketine göre artık emniyettesiniz.

İlk kategoridekiler ya infaz indirimiyle doğrudan erken tahliye edilecek. Ya da kapalıdan açığa, oradan da ev iznine geçici ve dolaylı olarak salıverilecek.

İkincilerse zinhar kapsam dışı, gün yüzü göremezler.

90 bin kişi bu yolla çıkacak deniyor.

Kendinizi, çoluk çocuğunuzu kollayın; geliyorlar, güvenliğinizden evvelemirde siz sorumlusunuz. Bir tek kaçanın anası ağlamamış, biliyorsunuz deyimi.

İçeride kalanların en büyük kozu ise yakalanmamak. Adalet Bakanı Gül açıkladı, korona kapan 17 cezaevi sakininden üçü kaybedilmiş.

Ecdat sözüdür; kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş. Kaderlerine kalmış artık!

Vakıfların korkacak nesi mi var!

Olay şu; AK Parti, korona yüzünden eğitime verilen aranın yazın telafisi için bir düzenleme hazırlıyor.

Ama matruşka bebekleri gibi, içinde sürprizler sakladığı anlaşılıyor. YÖK Kanunu’nda, el konan vakıf üniversitelerinin kapatılmasını kolaylaştıracak değişiklikler gibi.

Sırası mıydı? Nereden icap etti? Koronayla mücadele kapsamında bir teklifmiş gibi sunuluyor, ne alaka!

Vakıf üniversitelerine geçici durdurmadan faaliyet izinlerini kaldırmaya ve mal varlıklarını tasfiyeye kadar, her imkan fazlasıyla vardı mevzuatta. FETÖ’yle mücadele gerekçesiyle, kanuna eklenmişti bu yetkiler.

Şimdi de korona kullanılarak, bu olağanüstü yetkilere hız kazandırılıyor. Niye bu acele?

Garantör üniversiteye devredilen Şehir Üniversitesi’ni tasfiyeye dönük özel düzenleme şüphesi, burdan doğdu.

Tüm vakıflara karşı kötüye kullanılabilecek bir yol açılmasından korkan iktidar dostu STK’ları, teyakkuza çağırmıştım dün.

Şöyle tepki aldım: Üniversitenin faaliyet izni kaldırıldıktan sonra, kurucu vakfa atanan kayyumun görevi de sonlandırılıyor. Dolayısıyla vakıf, sahiplerine iade ediliyor bu düzenlemeyle. Niye korkutuyorsun!

Ne demezsiniz...İdari kararla geçici durdurulan faaliyet izni, iptal edilecek. Hem de devredildiği garantörün görüşü ve YÖK onayıyla. Yani vakfına bir daha geri döndürülemesin diye, üniversitenin hukuki varlığı ortadan kaldırılacak. Mal varlığı da tasfiyeyle elinden alınıp garantöre verilecek. Sonra atanan kayyum başından çekilecek. Ve vakıf, dımdızlak kurucularına teslim edilecek.

Selden kütük mü kapılıyor sanki, ne var bunda korkulacak, öyle mi!

https://www.bundlehaber.com/detay/8842fe59-a77d-463d-82eb-b0ca42b124e7?l=1

27 Mart 2020 Cuma

Evde kalmamak değil yalnız kalmamak istiyorlar

Yaşlı ayrımcıları saygılı olmak zorunda olduklarını iyi bellemeliler. Bir gün yaşlanacakları için değil. Bugün ölecek olsalar da saygılı olacaklar. Doğrusu bu olduğu için değil. Başka şansları olmadığı için.
Yaşlılara nefret gözle görünür oldu. İyi oldu. Bu ülkeyi birleştirdiği sanılan şeyler sanrısından kurtulmak lazım. Bir şeyin doğrusunu görmeden çözmek mümkün mü? Misafirperverlik efsanesi çökmüştü. Şimdi bu küçüklerin sevilip büyüklerin sayıldığı martavalı da bitiyor.

Cennet yurdumuzun bir akışı vardır. O akışın belirleyenleri sesi çok çıkan bir küçük azınlık ve sessizce akıp giden bir yığındır. O akışa kaptırmanız gerekir. Yoksa eyvah.

O akış içinde kadın, çocuk, göçmen, Ermeni, Kürt hele hele LGBTİ olmak problemlidir. O akışa enerji verme riski bulunan insanlar; mesela mutlu, yaratıcı, enerjik insanlar çok makbul değildir. Keza o akışın hızını düşürecek insanlar da sevilmez. Akıp da bir yere gidiyor sanki.

(Akışı yavaşlatmak mı? Yaşlılar, çocuklar, çocuklular ve engelliler! Pis pusetliler, bastonlular, yavaş yaratıklar. Şurada akıp gidiyoruz değil mi?)

İlk Avrupa memleketi gördüğümde çok şaşırmıştım. Sokaklar yaşlı ve engellilerle doluydu. Bizde nasıl bir hapis hayatı olduğunu o vakit anlamıştım.

Türkiye’de hele kent hayatında hiçbir şey maalesef yaşlılara, engellilere yahut çocuklulara göre düzenlenmiş değil. Blogcu Anne Elif Doğan, geçen Twitter’da şöyle isyan etmişti: “Yaşlılar bir. Çocuklar ve çocuklular iki. Engelliler ve özel gereksinimlilere tepki var ama onu dışa vurmak daha zor. Özetle, ‘iki ayağının üzerinde hızla yürümeyi zorlaştıran herkes mümkünse evde otursun’ anlayışı hakim.”
….

Sokakta geziyor diye yaşlılara saldıranlar yaşlıları mı korumaya çalışıyor hakikaten? Saldırarak mı? Hiç olur mu öyle şey. Onlar, ıskartaya ayırdıkları bir insan grubunun ayaklarına dolanmasını istemiyorlar. Risksiz bir şekilde “bir şeyler yapıyormuş” gibi hissediyorlar kendilerini.

Ya ne yapacaklardı? Hayatları boyunca işe yaramamış insanlar da zaman zaman kendilerini iyi birisi gibi hissetmek isterler.

Arabaya doluşmuş beş kişi amcayı azarlıyor. Beşinci sınıf şakalarla ‘neşesini’ buluyor. Sonra Instagram’a koyup layk alacak. İşte doğrudan dışlanması, her karşılaşıldığında küçümsenmesi gereken insan tipi.

Bu “ben senin iyiliğin için söylüyorum” retoriği tıpkı kardeşlik retoriği yahut saygı retoriği gibi bomboş bir şey. Bütünüyle sahtekarlık. Sen onun iyiliğini istiyorsan yaklaşma yanına. Korona taşıyıcısı çok daha büyük olasılıkla sensin. O taşıyıcı olarak gezemiyor ki. Hemen hasta oluyor. Hem senin ne işin var dışarıda?

Nasıl ki Kürtlerle kardeş olunuyor, Ermeniler hep komşu filan… Onun gibi özel olarak ihtiyarlara da saygı duyuluyor. Duyma güzel kardeşim. Saygı insana doğum tarihine göre gösterilmez. Saygı her insanda, hem de varoluş ayarlarında bulunması gerekli bir özelliktir. Sizde yoksa da yüklemek ödevinizdir. O kadar zor değil. Genel olarak saygılı birisi olmak yeterli. Sen onun haklarını tanı, ses tonundaki alaycılığı çöpe at sıradan ahlak kurallarına riayet et yukarıdan konuşma yeter özel saygı eksik kalsın.


İki tane dizi var popüler. Biri Derek, diğeri Kominsky Method. Peş peşe seyretmek çok eğlenceli. Kominsky Method’da üst sınıftan, meşhurlar aleminden iki ihtiyarın şahane hayatı var.

Can Öktemer, Her Yaşta sitesinde şöyle anlatmış diziyi: “The Kominsky Method, hikâyesinin merkezine aldığı yaşlılığı klişe batağına düşmeden, kasvetli yanlarına mizahi bir şekilde bakarak ve hayatın farklı dönemlerinde insanın karşısına yaşamaya değer bir takım fırsatların, gelişmelerin çıkabileceği anlatarak ilerleyen bir yapım. İki sezonluk seri boyunca, hayatın geniş zamanına yayılmış uzun mesafeli dostlukların kıymetini, yeniden aşık olunabileceğini hatırlatıyor bizlere.”

Derek’te ise bambaşka bir durum var. Orada ihtiyarlar Kominsky’deki gibi hayatın içinde değiller. Bir huzurevine “kapatılmış”, tecrit hayatı yaşıyorlar.

Düşünsenize bir yerde beraber yaşamak durumunda kaldığınız insanlarla tek ortak noktanız yaşınız. Hiçbiriyle bir tarihiniz yok. Ve bulunduğunuz ortamdan sürekli ölerek eksilenler oluyor. Ortam hep bir lumbago, romatizma, kanser… Dünyanın en yanlış formatı. Artık neredeyse her türlü akademik anladı ki okullarda bile çocukları yaşlarına göre sınıflandırmak doğru değil.

Lakin Derek’te işler böyle yürümüyor. Çalışanların sıradışı iyilikleri orayı yaşanır bir yer haline getirmiş. Ama dizideki sentetik koşullarda bile bunu ihtiyarlar üzerinden yapamamışlar. Daha çok çalışanlar üzerinden yürüyor her şey.



Peki, ihtiyarları ne yapmalı?

Keşke mahalleler, komünler halinde olsak ve herkes birbirinin çocuğuna dedesine ninesine baksa. Hep beraber yaşayıp gitsek. O vakte yahut ikame edecek başka bir şey bulana kadar elimizde aileden başka çok bir şey yok. Büyük, geniş, dedelerini ninelerini çocuk baktırmak için değil, berabere yaşamak için barındıran aileden bahsediyorum…

Ben gördüğüm en iyi formatı anlatayım size. Biraz korku filmi gibi başlıyor ama merak etmeyin, sonu güzel bitiyor.

Fethiye’de bir arkadaşımla beraber Uçarsu Yaylası’na gitmiştim. Sonbahar, yani dönüş vaktiydi. Bir tek büyük çadır kalmıştı. Arabayı çadırın önüne çektik, selam verelim dedik.

İçeriden bir ses geldi: Buyrun evladım.

Belli ki yaşlı birisi bizi içeri çağırıyordu. Biz de “Amca hava çok güzel sen dışarı gelsene” dedik. Adam güldü. Reddedemeyeceğimiz bir ses tonuyla “Siz gelin hele”, dedi. Merakla girdik içeri. Amca yüzden ibaretti. Üzeri yorganlar ve battaniyelerle kapalıydı, bütün vücudu felçliydi. Üstelik kördü.

İnanamadık. İnanamadığımız gibi kımıldayamadık da. Adam gülerek yanına çağırdı. Anlamıştı şaşkınlığımızı. Hal hatır sormaya başladı. Sohbet her ne kadar enerjik olsa da bizde enerji filan kalmamıştı. Bir de adamın bizi teselli ediyor olması çok fenaydı. Bize uzun uzun çocuklarının torunlarının çalışmaya gittiğini durumun göründüğü kadar fena olmadığını onyıllardır bu halde olduğunu ve buna alıştığını, mutlu olduğunu anlattı ve gidin dedi. Gidemeyişimizi anlamış ve üzülmüştü. Seni böyle nasıl bırakır gideriz demeye yeltendim. Ama diyemedim. Adamın aylardır yıllardır yaşadığına kim olarak müdahale edecektim? Dahası yargılayıp korumaya kalkışacaktım. Sonra da arkadaşlarıma bir macera olarak anlatmak üzere olay yerinden uzaklaşacaktım. Ve amca hayatına dönecekti.

Gidip çocuklarını bulmaya kalkışmak filan da saçmalık olacaktı. Aklımıza gelen bütün her şey saçma geldi bize. Nitekim kös kös gittik.

Görüntü Almodovar filmi gibiydi. Devasa bir çadırda küçülmüş, battaniyeler altında ezilmiş, çok, çok yaşlı ve felçli bir amca. Bu görüntüyle beraber değerlendirmesi zor, tuhaf ama sahici “bir tatlı huzur”, gösterişsiz bir bilgelik vardı adamda. Ve enteresan olanı berrak bir Türkçe, çalışan bir akıl hatta hatta nefis bir mizah duygusu eşlik ediyordu huzuruna. Alaylı bir ses tonuyla “Ne sandınız?”, “Hadi anacım hadi” gibi ince nükteler işitmiştik.

Harikulade bir gün geçirdik. Ara ara amcamızı -amcamız olmuştu bile nedense konuştuk. Asla ayağımız çekmiyordu amcaya bakmak üzere dönmeye. Kaçış yoktu tabii. Eninde sonunda dönecektik.

Döndük.

Gözlerimize inanamadık. Çadırın içinde 20 kişi kadar kalabalık bir aile vardı. Amcanın üzerinde tepinen üç tane küçük çocuk vardı. Ve amca kıkır kıkırdı. Nasıl güzel gülüyordu, nasıl mutluydu. Biz ağzımız açık kalakaldık. Amcanın oğlu, yanıma gelip amcanın bizi anlattığını yemeğe beklediklerini zaten, hatta bizim için yemeği geciktirdiklerini söyleyip sofrayı kurdular. Amca meşguldü, bizimle gündüzki kadar çok ilgilenmedi. Ama biz onunla çok ilgilendik tabii. Gündüz -biraz utanarak- acımıştık, akşam -çok utanarak- hayranlık duyuyorduk.

Harikulade bir akşam yemeği yedik. Sohbet ettik. Amca sohbetlerin bir çoğuna girdi. Gülümsüyordu. Çok sahici gülümsüyordu.

Hep berabere, her yaştan ve kalabalık bir şekilde huzur içinde yaşamanın resmini yapmışlardı. Üstelik bir de “fakir ama neşeli” durumu eklenmişti ki işin en tatlı kısmı oydu.

Amca bir tek kere olsun botoks yaptırmamış, krem kullanmamıştı. Ama çok güzel görünüyordu. Amcanın bakım ve bakıcı dolu bir hayatı yoktu. Ama bir işi yarım bırakılıyor gibi de değildi.

Amcanın yanında yaşıtı arkadaşları, eşi yoktu. Yaşına yakın kimse bile yoktu. Hatta gündüzleri yanında kimse yoktu. Ama yalnız birisi olmaya çok uzaktı. Yaşlılığını reddetmiyor, önüne gelene “Kaç yaşında gösteriyorum?” diye sormuyordu. Hatta muhtemelen bu soruyu hayatında hiç sormamıştı.

Öfkesiz, huysuz olmadığı gibi çok eğlenceliydi. Hiç öyle bulunduğu duruma isyan eder gibi görünmüyordu. Ölümü bekler gibi bir hali de yoktu. Çok konuşmaya meraklı değildi. Ama konuştu mu asla tekrara düşmeyen ve muhakkak dinleten bir yanı vardı. Bu bile yaşlı klişelerinin tamamını yerle bir etmeye yeterliydi.

Ve maalesef (yaşlıların da kabullenmek suretiyle zımni işbirlikçisi olduğu) yaşlı ayrımcılığını örtmeye, görünmez kılmaya yarayan o plastik hürmetten de eser yoktu ortalıkta. Amca elbette bir pozitif ayrımcılık görüyordu. O haldeki herkes en vicdansız ortamda bile pozitif ayrımcılık görür. Ama insanın insana zaten göstermekle yükümlü olduğu saygının dışında ilişkilerinde bir tek şey yoktu. “Oğlum, kızım, tepinmeyin dedenizin üzerinde” düzeyinde bile müdahale yoktu. Çocuklar da durması gereken yerleri biliyordu. Yahut ben konudan o kadar etkilenmiştim ki her şey gözüme mükemmel görünüyordu.

….

Yaşlı ayrımcıları saygılı olmak zorunda olduklarını iyi bellemeliler. Bir gün yaşlanacakları için değil. Bugün ölecek olsalar da saygılı olacaklar. Doğrusu bu olduğu için değil. Başka şansları olmadığı için. Bugün lümpenliğin moda oluşuna güveniyor olabilirler. Er geç bu değişecek. Bugünler geçecek ama onların bu halleri hatırlanacak.

Çevrelerine, diğer canlılara, çocuklara, ağaçlara, engellilere, eşcinsellere, kadınlara, Ermenilere, Kürtlere, göçmenlere, tanımadıklarınıza, size yabancı gelenlere, ötekilere, beridekilere saygı sıradan bir zorunluluktur.



Lütfen kimse unutmasın. Evde kalmamak değil yalnız kalmamak istiyorlar.

Notlar:

1-Yaşlılık algısının nasıl değiştiğine dair yazmıştım. Şuradan ulaşılabilir: Lütfen dikkatli yaşlanalım

2-Yazının başlığı eğitimci Ali Koç’un bir paylaşımından alınmıştır.

3-Bu yazının bir kısmı Yaşama Dair Vakıf’in AvivvaSa için yaptığı Türkiye’de Yaşlılık Tahayyülleri ve Pratikleri Araştırması için hazırlanan kitaptaki yazımdan alınmıştır. Kitapçığın masaüstü ve mobil uyumlu versiyonlarını bu linkten indirebilirsiniz.

Metin Solmaz

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/25/evde-kalmamak-degil-yalniz-kalmamak-istiyorlar/

25 Temmuz 2019 Perşembe

Polonya'nın bir köyünde erkek neslinin sonu gelmiş!

9 yıldır sadece kız çocuk dünyaya geliyor: Belediye başkanı doğan ilk erkek çocuğa ödül verecek

Polonya’da bir köyde son 9 yıldır hiç erkek çocuk dünyaya gelmiyor. Belediye başkanı ‘alışılmadık’ duruma çözüm olarak “Kendi payıma düşeni yaparak, ilk erkek çocuk dünyaya getiren çifte ödül vermeye karar verdim” dedi.


The First News’un haberine göre, Miejsce Odranskie isimli köyde 300 kişi yaşıyor ve çoğunluk kadın. 9 yıldır yalnızca kız çocukların dünyaya geldiği köyün zaten yıllardır kadın çoğunluklu olduğu belirtiliyor. Kasabanın Belediye Başkanı Rajmund Frischko, durumun dikkati çekmesiyle birlikte araştırma yapmaya başladı.

"Bu yapbozu çözmek kolay olmayacak"
İki kız çocuğu bir baba “Sürekli kız çocuk doğuyor ve erkek çocuk sayısı az. Bu yapbozu çözmek kolay olmayacak” derken Varşova’da Medikal Genetik Bölüm Başkanı Rafal Ploski konuyla ilgilenmeye başladı. Ploski, “Kasabanın tarihine bakmalı ve doğum sertifikaları incelenmeli. Sonra da kızların ebeveynlerinin birbiriyle bağlantılı olup olmadığına bakılır. Bir sonraki adımda ise ebeveynler ve çocuklarla detaylı bir görüşme gerçekleştirilip çevresel durumlar incelenir” dedi.

Belediye başkanı ise bu duruma kendince bir çözüm buldu. Bir televizyon programına konuşan Frischko, “Durumun ‘alışılmadık’ olduğunu düşünüyorum ve kendi payıma düşeni yapıp ilk erkek çocuk dünyaya getiren aileye ödül vereceğim” dedi.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Ekrem İmamoğlu'na mazbatası verildi

Oyların tekrar tekrar sayımından sonra AKP'nin bütün itirazları ve engelleme çabalarına rağmen 17 gün gecikmeyle Ekrem İmamoğl'na İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanlığı için mazbata verildi!


8 Nisan 2019 Pazartesi

Guardian: Erdoğan için kötü olan seçim sonuçları demokrasi için iyi


İngiliz Guardian gazetesi başyazısında Türkiye'deki yerel seçim sonuçlarını irdeledi. Başyazıda, devam eden yeniden sayım süreci ne getirirse getirsin, sonucun Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a net bir mesaj olduğu yorumu yapıldı.

"Erdoğan için kötü olan seçim sonuçları, demokrasi için iyi" başlığını taşıyan yazı, "Otoriter liderler yenilmez değildir" cümlesiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor:

"Türkiye'deki yerel seçimlerde muhalefetin zafere yaklaştığı haberi, muhalefetin kendisi için bile şaşırtıcıydı. Ancak iktidardaki AKP'nin itirazları nedeniyle süreç beklemede. Gelecek günlerde resmi sonuçlar açıklanacak. Yasal sürecin devam etmesi olası; medya demokratik iradeyi ' kötü niyetli bir dış etkiyle sandıkta yapılmış bir darbe' olarak niteleyerek saldırmaya başladı bile. Ancak bundan sonra ne yaşanırsa yaşansın, ülkeyi 16 yıldır yöneten otoriter lider Recep Tayyip Erdoğan'a bir darbe indirildiğine şüphe yok."

"[Erdoğan] Giderek baskıcı hale gelen yönetiminin meşruiyetini, sandıktaki başarısına dayandırıyordu. Seçimi başka kimsenin yapmadığı kadar kişisel bir yarışa dönüştürdü ve işi fazlasıyla ciddiye bindirdi. Seçimleri devletin beka meselesi olarak gösterdi, rakiplerini hain ve terörist ilan etti, günde 8 miting düzenledi. Ama halk kararını verdi. En çok oyu AKP almış olsa da, katılımın yüzde 84 olduğu bir seçimde büyük şehirleri kaybetmiş olmak çok net bir mesaj gönderiyor."

Ankara'da CHP'nin kolaylıkla kazandığına dikkat çekilen yazıda, İstanbul'da fark az olsa da burayı kaybetmenin AKP için daha küçük düşürücü olduğu ifade ediliyor.

"İstanbul ülkenin sadece kültürel ve ekonomik merkezi değil, aynı zamanda Erdoğan'ın doğduğu yer ve kalesi. 25 yıl önce belediye başkanı olarak burada siyasete başladı. Şimdi nispeten daha az tanınan Ekrem İmamoğlu kendisini (AKP kabul etmese de) yeni belediye başkanı olarak ilan etti ve geleceğin potansiyel cumhurbaşkanı adaylarından biri olabileceği konuşuluyor. İmamoğlu fikir ayrılıklarını derinleştirmeye çalışmak yerine onların üstesinden gelmeye çalışarak oy kazandı."

Telif hakkıGETTY IMAGES
Yazıda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "korkutucu siyasi inançlarının, mükemmel siyasi yeteneğiyle birleştirerek 2013'teki Gezi protestolarından sağ salim çıktığı, 2016'daki darbe girişimini çeşitli kurumları 'temizlemek' için kullandığı, erken seçim ile geçen yıl 5 yıl sürecek olan başkanlığı kazandığı, yargıyı güçten düşürdüğü, birçok gazetecinin hapiste olduğu ve yakın arkadaşları aracılığıyla medyayı, en çok kendi siyasi partisine yer verildiğinden şüphe götürmeyecek şekilde kontrol ettiği" yorumu yapılıyor.

"Ama popülist kampanyası ve siyasetinin faturası netlik kazanmaya başladı. Yeni Zelanda'daki cami saldırılarının görüntülerini siyasi mitinglerde kullanması uluslararası tepki çekti, kullandığı retorik de Türk Lirası'nın yeniden değer kaybetmesini tetikledi. ABD ile ilişkiler bozulmaya devam ediyor."

"Enflasyon yüzde 20'lerde seyrediyor ve neredeyse her dört gençten biri işsiz. Yeni İstanbul Havalimanı gibi müsrif projeler artık başarıdan çok birer sorun olarak görülüyor. Daha organize ve koordineli bir muhalefet bu şansı değerlendirdi. Muhalefetin kazandığı kentlerde sözlerini tutup tutamadığı gösterme ve cumhurbaşkanının gücünü azaltma şansı var."

"Ama bu seçimlerin sembolik bir önemi var. İlk sonuçlar bile alçak gönüllüğü uzun süre önce bırakmış olan bir adam için mahcup edici bir uyarı niteliğinde."

Guardian'ın başyazısı şu değerlendirmeyle son buluyor:

"Ancak bu fırsat, Erdoğan'ın seçim sonuçlarını görmezden gelip kendi amaçlarına uyacak bir netice ayarlaması gibi büyük bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Şu ana kadar popülist ve otoriter bir yönetim şekli izledi. Bundan daha da kötü bir hale dönüşebilir."

İstanbul Barosu’ndan Erdoğan’a tepki


İstanbul Barosu, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarına tepki gösterdi. Yapılan açıklamada, “Sayın Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamalar, yargı organı konumunda ve yetkisinde bulunan kurumsallıkları baskı altına alan ve onların tarafsızlığını etkileyen bir içerik taşımaktadır” denildi.

İstanbul Barosu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün İstanbul’daki seçim sürecine ilişkin yaptığı açıklamalara tepki gösterdi. Erdoğan, Moskova’ya hareketi öncesi Atatürk Havalimanı’nda yaptığı açıklamada, “Usulsüzlükler bazı değil neredeyse bütünü usulsüz” ifadelerini kullanarak, “13-14 bin oy farkla kimsenin kazandım deme hakkı yoktur” diye konuşmuştu.

Erdoğan’ın sözlerine ilişkin bir açıklama yapan İstanbul Barosu, “Başka hiçbir kişi ve kurumun sahip bulunmadığı, ‘yargıyı etkileme gücüne’ sahip bulunan Sayın Cumhurbaşkanının bu tümceleri YSK kararlarına yansır ise, sadece yeni bir hukuki ve siyasi kaostan değil, demokrasinin kazanımlarından çok ciddi bir geriye gidişten söz etmek gerekecektir” ifadelerini kullandı.

Açıklamanın devamında, “İstanbul’da seçimler bitmiştir ve hangi partiye oy vermiş olursa olsun bütün yurttaşlar, bu seçimin sonucunu bilmektedir. ‘Hayatın doğal akışı’ ilan edilmelidir. Hukuk bunun için vardır” denildi.

İstanbul Barosu’ndan yapılan açıklamanın tamamı şöyle:

“31 Mart 2019 tarihinde yapılan Yerel Yönetim Seçimleri sonucunda beliren millet iradesinin İstanbul’daki sonuçları, giderek demokratik niteliğinden uzaklaştırılan bir yeni aşamaya vardırılmıştır.

Seçim sonuçlarının YSK tarafından ilanından önce Anadolu Ajansı tarafından yapılan manipülasyonlar, adaylardan Binali Yıldırım tarafından aynı gece yapılan ve daha sonra da bizzat kendisi tarafından yalanlanan gerçeğe aykırı açıklamalar, FETÖ kumpaslarından bahseden senaryolar, Seçim Kurulu Başkanlarına yönelik gerçekle ilgisi olmayan baskılar; özü itibariyle yurttaşlar tarafından 31 Mart günü büyük bir olgunlukla ortaya konulan ‘irade belirlemesine’ gölge düşürmeye yönelik çabalardır.

Bu gölgelerin oluşturduğu algı nedeniyledir ki, başında yargıçların görev yaptığı bazı İlçe Seçim Kurulları, salt Seçim Hukukunun gereklerini yerine getirmekten uzaklaştırılmış ve önceki seçimlerde verdikleri kararlarla kökleşen içtihatlarından farklı kararlar alabilmiştir. Bu kararlar, seçim öncesinde YSK tarafından yayınlanan genelgelerle belirlenen ilkelere de, önceki YSK kararlarına da aykırı olabilmiştir.

“BASKILAR, MEVZUAT HÜKÜMLERİNİ DEĞİŞTİRMEDE ETKİLİ OLMAZ”
Dünyanın demokrasi ile yönetilen her ülkesinde, seçimlere yönelik olarak itirazlar yapılmakta ve bu itirazlar dünyanın her ülkesinde de ‘hak’ olarak nitelendirilmektedir. Bu itirazların ‘hak’ kavramı içinde kabul edilmesi ise, özünde ‘iradenin sakatlanması’ arayışını barındırır. Açık deyişle, seçimi kazanmak ya da kaybetmek değil, sandığa yansıyan iradenin başka hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli açığa vurulmasının temini, temel amaçtır. Seçim Hukuku olarak bilinen ve çok önemli ‘teknik’ ayrıntılar barındıran mevzuatın yerleştiği ülkelerde, bu türden itirazlar sonucunda verilecek kararlar belirlenmiş olup, önceki seçimlerdeki örnekleri çerçevesinde de ‘içtihat’ gücüne erişmiştir. Dünyanın başka demokratik ülkelerinde, siyasetçiye özel değerlendirmeler, algı operasyonları veya baskılar, mevzuatın bu hükümlerini değiştirmek bakımından etkili olmaz, olamaz.

31 Mart 2019 tarihinden sonra ülkemizde yaşanan ‘itiraz süreci’, başka demokrasilerin ideal kabul ettiği bu gerçekliklerden ayrılmıştır. Keza, konuya ilişkin ülkemizin mevzuat ve içtihatlarına ve YSK’nın seçim öncesinde aldığı kararlar ve genelgelere de aykırıdır. İstanbul’da önceki seçimlerde yapılan itirazların karşılanmasına yönelik olarak verilen kararlardan ayrılarak yeni içtihatlara yönelişler gözlenirken, İstanbul dışındaki başka kentlerde önceki uygulamalara dönük kararların verilmiş olduğu da açıktır. Özellikle de ‘itirazların delillendirilmesi’ bağlamındaki kökleşmiş anlayışın terkedilmesi, itirazı ‘soyut’ kılan ve bu yönüyle içinden çıkılmaz bir süreci ifade eden yeni bir aşama oluşturmuştur.

“İTİRAZLAR HUKUKSAL TEMELDEN UZAKLAŞTI”
Bu çerçevede özellikle de geçersiz oyların yeniden sayımı yönündeki itirazların bütün ilçelerde yapılması bir ‘hak’ olmakla birlikte, barındırdığı soyutluk nedeniyle, hukuksal temelinden uzaklaşmıştır. Buna rağmen, geçersiz oyların yeniden sayımı kararları çerçevesinde ortaya çıkan somut durum, 31 Mart 2019 gecesinde YSK tarafından ilan edilen sonucu değiştirmeyecektir. Başka deyişle yeniden sayılan geçersiz oylar, sonucu değil, skoru değiştirmiş olacaktır.

Bu koşullar altında, bugün (08.04.2019) tarihi itibariyle beliren yeni koşullar, İstanbul Barosunu bu açıklamayı yapmaya zorunlu kılmıştır. Çünkü bugün itibariyle içinde bulunduğumuz durum, mazbata verilip verilmemesini çok aşan yeni bir boyutu ifade etmektedir.

Demokrasilerde seçim, sadece yönetenlerin belirlenmesini değil, halk iradesinin tecellisi ile yöneticilerin değiştirilmesini de içerir. Bu değişim mümkün olamıyor ise, demokrasiden söz edilemez.

ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI
Bugün Sayın Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamalar, yargı organı konumunda ve yetkisinde bulunan kurumsallıkları baskı altına alan ve onların tarafsızlığını etkileyen bir içerik taşımaktadır. Başka hiçbir kişi ve kurumun sahip bulunmadığı, ‘yargıyı etkileme gücüne’ sahip bulunan Sayın Cumhurbaşkanının bu tümceleri YSK kararlarına yansır ise, sadece yeni bir hukuki ve siyasi kaostan değil, demokrasinin kazanımlarından çok ciddi bir geriye gidişten söz etmek gerekecektir.

Bu aşamadan itibaren demokrasi dışında hiçbir pusulaya itibar edilmemelidir. Hukuk kurumlarının bütün siyasal mülahazalardan uzaklaşarak, sadece hukuka bağlı biçimde karar üretmeleri, yaşamsal bir öneme sahiptir. YSK içtihatları, oyların yeniden sayılması veya seçimlerin yenilenmesi gibi kararların alınmasına asla olanak vermez. Seçim Hukuku uzmanlarının tereddütsüz biçimde mutabık kaldıkları bir konuda siyasetin taassubunun hukuku ezmesine izin verilmemelidir. Hukuksuzluğun yargı eliyle meşrulaştırılmasına yönelik siyasal çabalar boşa çıkartılmalı ve yargı kurumları, sadece hukuksal kimliklerini öne çıkararak, hukukun gereğini yerine getirmelidirler.

Kaygı duymaktayız ki, demokrasi tarihimizin büyük çabalarla elde ettiği kazanımların bir çırpıda yok olabileceği zaman dilimindeyiz. Ulus olarak hak ettiğimiz demokratik değerleri yaşayıp yaşatmak uğrunda mücadele etmeliyiz. Pusuda bekleyenlerin beklentilerini boşa çıkarmalıyız. Daha çok demokrasiye en çok ihtiyaç duyduğumuz bir evrede ondan ödün vermemeliyiz.

‘HAYATIN DOĞAL AKIŞI’ İLAN EDİLMELİDİR
Ezcümle: İstanbul’da seçimler bitmiştir ve hangi partiye oy vermiş olursa olsun bütün yurttaşlar, bu seçimin sonucunu bilmektedir. ‘Hayatın doğal akışı’ ilan edilmelidir. Hukuk bunun için vardır.”

https://www.birgun.net/haber-detay/istanbul-barosundan-erdogana-tepki.html

5 Nisan 2019 Cuma

Gazeteciler Cemiyeti'nden, Anadolu Ajansı'na kınama!

TGC'den AA'ya tepki: Halkın haber alma hakkını engelleyen anlayışı kınıyoruz

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Anadolu Ajansı başta olmak üzere seçim öncesi, seçim yapılırken ve seçim sonrasındaki yayıncılık anlayışıyla ilgili bir açıklama yayınladı.



Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Anadolu Ajansı başta olmak üzere seçim öncesi, seçim yapılırken ve seçim sonrasında halkın haber alma hakkını engelleyen, kaynağını açıklayamayan, yurttaşları yanıltmayı hedefleyen haberciliği benimseyen yayıncılık anlayışını kınadı. TGC Yönetim Kurulu’nun açıklamasında şu görüşler yer aldı:

“Gazeteciler iktidar ve muhalefete eşit mesafede, kamuoyu yararına ve halkın haber alma, gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkının gerçekleşmesini sağlayacak biçimde görev yapmakla sorumludur.

Bu sorumluluk seçim dönemlerinde özel bir önem kazanır.

Türkiye Mahalli İdareler Genel Seçimi’ni gerçekleştirmiştir. Ancak Anadolu Ajansı, 31 Mart 2019 Mahalli İdareler Genel Seçimi’nde yetkili haber kurumu olmasına karşın 11 saat süre ile seçim sonuçlarını mazeretsiz olarak durdurmuştur.

Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın ‘AA benim müşterim değil, benden veri almıyor. Nereden veri alıyor bilmiyorum. Benim üzerimden polemik yaratılmasın. AA 90'lara geldiğinde ben daha yeni veri giriyordum’ diye yaptığı açıklamayla daha vahim bir durum ortaya çıkmıştır.

Anadolu  Ajansı seçim sonuçlarını hangi kaynaktan nasıl elde ettiğini açıklayamamıştır.

Devletin haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nın yöneticileri ajansın bir parti ajansı, sözcüsü olarak işlev görmesine aracı olmuşlardır. Yayıncılık anlayışlarıyla basın tarihine kara bir leke olarak geçmeyi başarmışlardır.

Anadolu Ajansı, yaptığı yayıncılıkla ‘Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin gazetecinin sorumluluğu, gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri, kaynak gösterme ve özdeşleşme’ maddelerini ihlal etmiştir.

Bildirgeye göre ‘Gazeteci; basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve oto sansürle mücadele etmeli, halkı da bu yönde bilgilendirmelidir. Gazetecinin halka karşı sorumluluğu, başta işverenine ve kamu otoritelerine karşı olmak üzere, öteki tüm sorumluluklardan önce gelir.  

Gazeteci, başta haber ajansları olmak üzere, bir meslektaşının ve herhangi bir yayının sunduğu bilgileri kullandığında mutlaka kaynağı belirtmelidir.Gazeteci, uzmanlık alanı ne olursa olsun öncelikle gazetecidir. Herhangi bir partiden sorumlu muhabir onun üyesi veya sözcüsü gibi davranmamalı ve bu yönde, yayın yapmamalıdır.’

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olarak Anadolu  Ajansı başta olmak üzere seçim öncesi, seçim yapılırken ve seçim sonrasında haber alma hakkını engelleyen, kaynağını açıklayamayan, yurttaşları yanıltmayı hedefleyen, nefreti ve düşmanlığı körükleyen haberciliği benimseyen anlayışı kınıyoruz.

Tüm meslektaşlarımızı ve medya kuruluşlarını; halkın haber alma,  gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkını, iktidarın yararına değil, kamuoyu yararına gerçekleştirmeye çağırıyoruz.”

https://ilerihaber.org/icerik/tgcden-aaya-tepki-halkin-haber-alma-hakkini-engelleyen-anlayisi-kiniyoruz-95929.html