25 Haziran 2017 Pazar

Marksist.org LGBTİ+ Onur Haftası dosyası

Marksist.org, LGBTİ+ ve Trans onur haftalarının düzenlendiği dönemde, farklı röportajlardan oluşan bir dosyayla karşınızda.


15. kez düzenlenmek istenen Onur Yürüyüşü devlet tarafından yasaklanırken, LGBTİ örgütleri "Alışın, buradayız, gitmiyoruz" diyor.

Onur Haftası dosyamız, Ankara Üniversitesi'nden KHK ile ihraç edilen akademisyen Merve Diltemiz Mol'ün Sosyalist İşçi gazetesinde yayımlanan "Aşkın ve özgürlüğün gücü adına!" başlıklı ana yazısıyla açılıyor.

Kaos GL ve Kaos Q+ Dergi Genel Yayın Yönetmeni Aylime Aslı Demir, kendisiyle yaptığımız röportajda, OHAL uygulamalarının LGBTİ hareketine etkilerini, tüm dünyada sağ popülist otoriter akımların yükselişinin getirdiklerini, farklı baskı türlerine karşı mücadelelerin birleşmesinin önemini, queer teoriyi ve din ile eşcinsellik ilişkisini anlatıyor.

Savaşa, ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eden antikapitalist LGBTİ+ aktivist Deniz Deniz ise röportajda hareketin bugünkü durumunu, diğer sosyal adalet mücadeleleriyle kurulan bağları, OHAL dönemindeki uygulamaları ve solun LGBTİ+ hareketinin mücadelesine bakışını anlattı.

İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği aktivistlerinden Deniz Rojda Tunç de devlet baskısı, transların ve tüm ezilenlerin mücadelesi, göç ve ırkçılık üzerine sorularımızı yanıtladı.

İşte dosyamızdaki yazılar:

http://marksist.org/icerik/Haber/7400/Marksist.org-LGBTI+-Onur-Haftasi-dosyasi

Aşkın ve özgürlüğün gücü adına!

1969 yılı 27 Haziran’ı 28 Haziran’a bağlayan gece Greenwich’teki Stonewall Inn adlı bar LGBTİ Hareketi için simgesel bir ayaklanmaya sahne oldu.

LGBTİ’lerin gettolarındaki barlar, “kurtarılmış bölgelerdeki” polis ve çeteler arasındaki pazarlığın izin verdiği ölçüde özgürdü. O geceye kadar belli aralıklarla polis baskınlarına uğrayıp ertesi gün açılan eğlence mekânlarından biri olan Stonewall Inn’in tamamen yanmasıyla sonuçlanan gece, hareketin alevlendiği, radikalleştiği geceydi aslında. 27 Haziran gecesini diğer baskınlardan ayıran şey günlerce bardaki ve o bölgede yaşayan LGBTİ’lerin, bar çalışanlarının, öğrencilerin ve aktivistlerin birikmiş öfkesinin anlık parlaması değil, radikal örgütlü bir mücadelenin başlangıcı olmasıydı. Günler ve geceler süren çatışmanın ardından o zamana kadar orta üst sınıf, beyaz erkeklere hitap eden LGBTİ örgütlenmesi kadınları, çevrecileri, Siyah Panterleri, işçileri de içine alan yirminci yüzyılın en kayda değer örgütlü güçlerinden birine dönüştü.

Özgürlük için yürüyüş

Stonewall kurbanlarını ve isyanlarını anmak üzere 28 Haziran 1970'te ilki yapılan Onur Yürüyüşleri hâlen dünya çapında LGBTİ aktivistleri ve dostları tarafından sürdürülüyor. LGBTİ Hareketinin Türkiye’deki örgütlü mücadelesi, 1970’li yıllarda ortaya çıkan bir arada yaşama ve çalışma pratiği ile yavaş yavaş şekillenmiş, 1980 askeri darbesi ile toplumun tüm muhalif unsurları gibi “yeraltına” itilmiş, 1990’lı yıllarda ise bu kez daha güçlü bir şekilde mücadele sahnesine ayak basmıştı. Türkiye’deki ilk Onur yürüyüşünü organize etmek için 11 Nisan 1993’te Beyoğlu BİLSAK Kültürevi’nde yapılan ve Lambdaistanbul’un kurulmasıyla sonuçlanan toplantının ardından aktivitler, Cinsel Özgürlük Etkinlikleri adı altında bir etkinlik düzenlemeye karar vermiştir. Bu etkinlik, gelen tepkiler üzerine başta yürüyüşe izin veren İstanbul Valiliği tarafından “toplumun örf ve adetlerine ters düştüğü” gerekçesiyle yasaklanmış ve yürüyüşü organize eden aktivistler iptal olan yürüyüş tarihinden bir gece önce gözaltına alınmıştır.

2000’li yıllara kadar basına kapalı olarak gerçekleşen Onur Haftası Etkinlikleri, yasa değişikliğiyle yürüyüş için izin alma zorunluluğunun ortadan kalkması üzerine, 2003 yılında, Lambdaistanbul’un fiili kuruluşunun onuncu yılı etkinlikleriyle birleştirilmiş ve Türkiye tarihinde ilk kez yaklaşık 50 LGBTİ aktivistinin katılımıyla İstiklal Caddesi üzerinde yapılan yürüyüşle gerçekleştirilmiştir. Her yıl artan sayıda katılımcıyla gerçekleşmeye başlayan Onur Haftası Etkinlikleri 2007 yılında uluslararası bir nitelik kazanmıştır. 2007 yılından itibaren, 2015’te engellenene kadar, öncesinde uzun süren hazırlıklar yapılan, içerisinde konserler, partiler, atölyeler, performanslar, toplantılar, söyleşiler olan ve dünyanın birçok yerinden katılımcıları ve konuşmacıları ağırlayan, Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki irili ufaklı etkinlik ve gösterilerle sürüp İstiklal caddesinde yapılan büyük bir yürüyüşle bitirilen Onur Haftası Etkinlikleri tüm dünya tarafından takip edilmektedir.

En büyük sosyal hareketlerden biri

2007 yılında eşcinsel hareketin Türkiye’deki gelişimi bakımından bir kırılma anı da İstanbul’da yapılan Onur Yürüyüşü’dür. O zamana kadarki yürüyüşlerin en büyüğü ve en coşkulusu olan yürüyüş, hareket için önemli bir moral kaynağı olduğu gibi eşcinsel hareketin Türkiye’deki en önemli muhalif hareketlerden birine dönüştüğünü de kanıtlar niteliktedir. 2015 yılında ise yürüyüş İstanbul Valiliği tarafından, önceden haber verilmeksizin ve aniden, Ramazan ayı gerekçe gösterilerek yasaklanmış, yani Türkiyeli aktivistler, ilk Onur Yürüyüşü girişiminin üzerinden geçen 22 yıldan sonra bir kez daha, “toplumun örf ve adetlerine aykırılık” prensibine takılmıştır. 2 yıldır polis zoruyla engellenen yürüyüş, geçtiğimiz sene LGBTİ aktivistlerin muhteşem bir yaratıcılık örneğini toplumsal hareketler tarihine yazdırdığı “dağılıyoruz” sloganıyla sokaklara, barlara, tüm mücadele alanlarına “dağılmıştır”.

Bu yıl Onur Haftası 19-25 Haziran tarihlerinde yapılacak farklı etkinliklerle selamlanacak. LGBTİ’ler bir kez daha, cinsel yönelimlerinin ve cinsiyet kimliklerinin saklanacak, utanılacak değil, gururla dünyaya ilan edilecek bir parçaları olduğunu, aşkın ve özgürlüğün dönüştürücü gücüne inanan binlerce aktivistle birlikte haykıracak.

Merve Diltemiz Mol

(Sosyalist İşçi)

http://marksist.org/icerik/Haber/7396/Askin-ve-ozgurlugun-gucu-adina!

(Röportaj) Aylime Aslı Demir: “LGBTİ'lerin neşesiyle aşık atabilecek bir akıl yok!”

Marksist.org, Onur Haftası dosyası kapsamında Aylime Aslı Demir ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kaos GL ve Kaos Q+ Dergi Genel Yayın Yönetmeni Aylime Aslı Demir, OHAL uygulamalarının LGBTİ hareketine etkilerini, tüm dünyada sağ popülist otoriter akımların yükselişinin getirdiklerini, farklı baskı türlerine karşı mücadelelerin birleşmesinin önemini, queer teoriyi ve din ile eşcinsellik ilişkisini Marksist.org’a anlattı.

Röportajın tamamı şöyleydi:

OHAL dönemi LGBTİ hareketini nasıl etkiledi? Son Pride’a dönük baskılar ışığında da bir değerlendirmeyle başlar mısın?

OHAL’i konuşurken ilk aklımıza gelenler, elbette çok can yakıcı olması nedeniyle, daha görünür mevzular üzerinden oluyor; ihraçlar, kapatılan STK’lar-yayınlar, gözaltılar, daralan kamusal alanlar gibi. Ancak bunları ilk dalga olarak nitelendirmek gerektiğini düşünüyorum, zira bu gerçekleşenler kolay kolay telafi edemeyeceğimiz, çok daha uzun erimli sorunları beraberinde getirmekte. OHAL uygulamalarından günümüze, medyada LGBTİ görünürlüğünün hiç olmadığı kadar azaldığını görüyoruz örneğin, hedef gösteren-nefret içerikli haberler hariç. Seks işçilerinin çalışma alanları olan sokakların artık hiç olmadığı kadar polis ablukasında olmasıyla, zaten güvensiz olan hayatlarına yoksullaşmanın da eklendiğini söyleyebiliriz. KHK’lar ile ihraç edilen hâkim ve savcıların yerine atanan, öncesinde hiçbir cinsel yönelim ya da cinsiyet geçiş davasına bakmamış, geçiş süreci mevzuatından bihaber hâkimler, davaların seyrini kötü anlamda değiştirmekte. Değinmek istediğim bir diğer önemli mevzu da akademide yaşanan tahribat. Toplumsal cinsiyet, LGBTİ ve queer çalışmalarına yönelik hem akademik üretimin büyük oranda sekteye uğradığını hem de akademi ve aktivizm arasında köprü olan akademisyenlerin üniversitelerden ihraç edilmesiyle toplumsal hareketlerin etki alanının daraldığını söyleyebiliriz. Derslerine konuk olduğumuz, birlikte dersler yürüttüğümüz akademisyenler artık üniversitelerde değil. İçlerinde konferanslar, film gösterimleri düzenlediğimiz üniversitelerin artık sadece salonları değil girişleri de kapandı bizlere. Bu alanda çalışmalar yürütecek öğrencilere danışmanlık yapacak hocalar olmadığı gibi üniversitelerde bu konulara dair dersler de kalmamış durumda. Yıllardır sorunsuz bir şekilde örgütlenen eylemler, hemen her şehirde OHAL gerekçesiyle engellenmekte. İşin korkutan yanı, bu engel sadece şehir meydanlarında yapmaya çalıştığımız etkinliklerde çıkmıyor karşımıza, kendini OHAL uygulayıcısı olarak gören (muhtemelen gerçekten öyle görüyorlar) rektörler tarafından İTÜ’de olduğu gibi engellenmekte. Ancak LGBTİ’lerin neşesiyle aşık atabilecek bir aklın olduğunu sanmıyorum, zira İstanbul’da toplanamazsınız diyen akla karşı “peki o zaman kentin her yerine dağılıyoruz” diyerek bütün sokakları eylem alanına çeviren, İzmir’de barikatın ilerisine yürüyemezsiniz diyen akla karşı barikattan geriye koşarak cevap veren, Mersin’de hiçbir sokak ve caddede eylem yapamazsınız denilmesi üzerine vapurla denizi eylem alanına çevirebilen bir hareket bu.

Dünyada otoriteryan sağ popülist hareketler neoliberalizmin girdiği krizle birlikte yükselişte. Dolayısıyla mücadele çetin bir evreye girmiş gibi görünüyor. Trump’lı dünyada LGBTİ hareketinin de düzeyi, radikallik derecesi, kaygıları ve en önemlisi kazanımları değişiyor mu?

Sağ popülizm sizin de dediğiniz gibi elbette neoliberalizmin girdiği krizle, belki daha spesifik olursak 2008 krizinin ve Suriye savaşının tüm dünyayı etkilemesiyle giderek yükselişte. Trump, Erdoğan, Le Pen, Putin; arka arkaya sıralanmasına son dönemde aşina olduğumuz isimler elbette ortak, bizler için çok önemli yanları var. Bütün bu karizmatik liderler, örgütlü yapılara karşı nefret duyuyorlar; ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası ittifaklara, sendikalara, kendinden olmayan siyasi partilere –ki zaman zaman kendi partilerine de. Bu nefrete sürekli karşı karşıya kaldığımız iç ve dış düşmanlar söyleminin her an hazır ve nazır bir şekilde karşımıza çıkmasıyla tanıklık ediyoruz. Türkiye özelinde LGBTİ hareketinin bu kadar çok şehirde güçlenmesinin en önemli nedenlerinden birini de kurumsallaşması, uluslararası örgütlerden almakta olduğu destekler olarak görürsek, bütün bunların tehlike altında olduğunu söyleyebiliriz. Popülist politikaların ortaklaştığı bir noktanın da keyfilik olduğunu düşünürsek, eşcinsellik bizim ülkemiz gibi ülkelerde hem iç düşman hem de dış düşmanların maşası olarak görülmekle birlikte, Fransa’da Le Pen’in de zaman zaman yaptığı çıkışlara yakın bir yerden İslamofobi ve göçmen karşıtlığını güçlendiren argümanlar hâline gelebiliyor.

Ancak bu kaygıların aynı zamanda başka mücadele alanlarını hem zorunlu kıldığını hem de önceki soruda dile getirdiğim gibi yaratıcı ve ulus-aşırı eylemlilikleri teşvik ettiğini görüyoruz. Trump’ın LGBTİ’lere yönelik yapmış olduğu açıklamalar, şimdiye kadar ancak kapitalizmle olan yakın ilişkileri ile dile gelen ABD’deki Onur yürüyüşü organizasyonlarının Trump politikalarına karşı örgütlenen en büyük eylemlere dönüşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Fransa'dan yapılan ve geçtiğimiz günlerde karara bağlanan başvuru sonucunda trans kimliklerin tanınması için zorunlu kısırlaştırma şartı uygulamasının bir insan hakları ihlali olduğuna karar vererek Türkiye dâhil tüm devletleri gerekli yasal düzenlemeyi yapmakla yükümlü kıldığını da görüyoruz.

Kimlik ve yönelim özgürlüğü mücadelesi aynı zamanda ırkçılığa, kapitalizme, türcülüğe karşı politikaları kapsıyor ya da türetiyor gibi görünüyor. Bu bağlantıların kurulmasını mümkün kılan şey nedir sence? Bu kadar heterojen bir grup, hem kapsayıcı hem de bu kadar radikal ve net olmayı nasıl başarabiliyor?

Kaos GL’nin yayın hayatına başladığı (1994) ilk günden bu yana bahsetmiş olduğun başlıkların hep bir arada ele alındığını görüyor olsak da aslında bu ilişki özellikle Türkiye’de son 1-2 yıldır (elbette benim takip edebildiğim kadarıyla) kesişimsellik (intersectionality) kavramının da etkisiyle daha görünür olmaya başladı. Ancak bu kavram özellikle Batılı çözümlemelerde sınıf bileşenini genellikle dışarıda bıraktığı için eleştirilse de oldukça önemli bir şeyin, tam da senin sorunun altını iyi bir şekilde çiziyor; maruz bırakıldığımız ayrımcılıklar bizim hiç de farkında olmadığımız kadar aynılaşabiliyor. Irkçılık ile türcülük arasındaki bağı görmeden, kimliklerimizin farklılaşan boyutlarını ele almadan yürütülen mücadelenin hep eksik kalacağını düşünüyorum. İnsan merkezli bir düşünme biçiminin merkeze aldığı şeyin beyaz, hetero, erkek, genç, sağlıklı bir insanı tariflediğini biliyoruz. Dolayısıyla bu bakış kadın olduğunuzda, eşcinsel olduğunuzda, hayvan söz konusu olduğunda ne diyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Ama her grubun kendi içindeki farklılıklarını okurken yetersiz kaldığımız durumlarda bu konulardaki düzenleyici ve disipline edici söylemlerin birbirine ne kadar yakın olduğunu hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Muhtemelen İnsan’a dair kavrayışı şimdiye kadar hiç olmadığı kadar genişleten LGBTİ hareketinin bütün bu ayrımcılıklara dair kavrayışının böylesi gelişkin olmasının nedeninin de yola “ne idiğü belirsiz” bir yerden çıkmış olmasına bağlıyorum.

ADA kapsamında verilen Queer Teori dersinin yürütücülerinden birisisin. Queer teorinin LGBTİ aktivistleri açısından ve genel siyaset açısından sunduğu olanaklar sence nelerdir? Queer teori sadece LGBTİ hareketi için değil herkes için bir siyaset olanağı sunuyorsa, bunu kendinden önceki teorilerin hangi eksiklik ve hatalarına referansla yapıyor, bu anlamdaki iddiası nereden geliyor?

Queer’i tartışırken genelde kastedilen şeyin zaman zaman farklılaştığını görüyorum, o yüzden öncelikle potansiyelleri olduğunu düşündüğüm kavramın ne olmadığını dile getirmek istiyorum. Kastettiğim eşcinsel özgürleşme hareketleriyle beraber mücadeleyi tarifleyen lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks kelimelerinin LGBTİ kısaltmasına eklenen bir harf ya da bütün bu kısaltmaların daha moda, şemsiye terimi değil. Bunu ilk elden kimliklerin ve öznelliklerin radikal biçimde sorgulanması olarak ele alabiliriz. Buradan baktığımız zaman teorinin özellikle 80’lerden sonra kurulu öznelliklere atıfta bulunarak normların istikrarsızlaştırılmasını, bu normlar aracılığıyla ‘normalleşen’ öznelerin ve bunun dayattığı yaşam anlayışlarının eleştirisi olarak görebiliriz. Ancak çok daha etkileyici olan potansiyeli, onun tam da şimdiye kadarki teori anlayışlarının kendi normalleştirici yanlarını açık etmesinde görmek gerekir diye düşünüyorum.

Kaos GL derginin 151. sayısında “Din ve Eşcinsellik” dosyası hazırladınız. Pride ın son üç yılı ve AKP iktidarının geneli böylesi bir tartışmayı Türkiye’de hep güncel kıldı. Bu tartışmada gelenekçi, tepkisel ve bütüncül diye sınıflandırdığın 3 damardan bahsetmişsin. Siyaseten doğru okumanın sence hangisi olduğunu ve buna dair hareket içindeki tartışmaları açar mısın?

Öncelikle bu tasniflemeyi benim yapmadığımı dile getireyim, daha ziyade feminist Müslümanların (kendilerini bütüncül yaklaşım içerisinde gören grupların) kendilerinden önce yapılan Kuran tefsirlerini eleştirirken kullandıkları tasnifler olarak görebiliriz. Açıkçası Türkiye’de karşımıza çıkan kavrayışın, gelenekçi LGBTİ hareketi içerisinde tartışılma dinamiğinin ise tepkisel olduğunu düşünüyorum. Burada gelenekçilik olarak kastedilen şey, bütün Kuran tefsirlerinin sadece erkekler tarafından yazıldığı, dolayısıyla erkeklere ve onların deneyimine yer verildiğini ve erkekler dışındaki her mevzunun, kimliğin de onların arzu ve ihtiyaçlarını anlatan bir şekilde kurulduğunu dile getiriyor. Türkiye’de de kendisini İslam’la ilişkilendiren Osmanlı İslamcılığı (daha ziyade Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi düşünürler ile gelen) ve onun gelenekçi kimliğine eklemlenen sağcılık, ulusalcılık ve devletçilik ile yeniden şekillenen Türkiye İslamcılığı’nı bu tasnif içinde değerlendirebiliriz.

Türkiye’de LGBTİ hareketine yönelik saldırıların hemen ardından, bunlar dini referanslarla (elbette bunlar gelenekçi grubu referans almakta) meşrulaştırılmaya çalışılmakta. Kimi zaman yapılan bu saldırıları haklı kızgınlıklarla eleştirirken, Kuran’ın tek referansının bu gelenekçi çizgi olduğunu olumlayarak, İslam ve eşcinselliğin, İslam ve özgürleştirici bir kadın kimliğinin yan yana gelemeyeceği, eşcinsel ve Müslümansa yaptığının düpedüz aptallık olduğu dile getirilmekte. Bu eleştiriler cinsiyet ve cinsel eşitlikçi bir idealden konuşuyor elbette. Bunun için de pek çok delil sıralayabiliriz. Müslüman coğrafyalarda LGBTİ’lerin, kadınların konumları örnek olarak sıralanabilir. Ancak burada referans noktası olarak alınan gelenekçi İslam,  Sünni Ortodoks İslam kastedilmekte ve tam da Ortodoks İslam’ın kendini tek İslam olarak gören ve heterodoksileri din dışı gören bakışını pekiştirmekten başka neye yarayabileceği konusunda emin değilim.

Burada kastettiğim, Kuran ile Müslüman arasına mesafe koyalım ve Kuran’ı değil de Kuran’ı yanlış anlayan Müslümanları eleştirelim değil; Kuran’ı önüne koyup onun yazıldığı şartlar ve çevreye odaklanan, metnin gramatik kompozisyonunun takibini yapan ve onun en temel ilkeleri ışığında (adalet gibi) metnin dünya görüşü üzerine tartışma yürüten çalışmaların oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

Queer feminizmle veganizm ilişkisi oldukça yakın görünüyor. Bu konuda bir kavram atölyesi yürütmüştün. Türcülük karşıtlığının cinsel özgürlük mücadelesiyle kavramsal olarak iç içe geçişi olumsal mı (contingent) yoksa zorunlu mu?

Açıkçası kadın olmakla feminist olmak arasında nasıl bir zorunluluk ilişkisi kuramıyorsak, türcülük karşıtları ile cinsel özgürlük mücadelesi özleri arasında da zorunlu bir bağ olduğunu düşünmüyorum. Ancak nasıl ki heteronormativite bütün hayatı tek, “doğal” yönelim olarak görülen bir cinselliğe göre düzenliyorsa ve kişilerden bu yönelimin “gerekliliklerini” yerine getirmesi bekleniyor ya da buna zorlanıyorsa, etoburluk da tek, “doğal” beslenme biçimi olarak dayatılmakta. Dolayısıyla “zorunlu heteroseksüellik” ile “zorunlu etoburluk” arasındaki yakınlık, cinsel kimlik için düzenleyici ve disipline edici söylemler ile beslenme kimliğini kuran düzenleyici ve disipline edici söylemlerin tahliliyle ne kadar da benzeştiğini gözler önüne serebilir.

Röportaj: Canan Şahin & Merve Diltemiz

http://marksist.org/icerik/Haber/7399/Roportaj-Aylime-Asli-Demir-LGBTIlerin-nesesiyle-asik-atabilecek-bir-akil-yok!

(Röportaj) Deniz Deniz: “LGBTİ+ hareketinin görünür olması, sistem için tehlike arz ediyor”
Marksist.org'u Facebook ve Twitter'da takip etmek için

Marksist.org, Onur Haftası dosyası kapsamında Deniz Deniz ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Savaşa, ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eden antikapitalist LGBTİ+ aktivist Deniz Deniz, hareketin bugünkü durumunu, diğer sosyal adalet mücadeleleriyle kurulan bağları, OHAL dönemindeki uygulamaları ve solun LGBTİ+ hareketinin mücadelesine bakışını anlattı.

Röportaj şöyleydi:

- Yakın dönemin ilk kuşak LGBTİ+ aktivistlerinden birisisin desek yanlış olmaz herhalde. İlk Onur yürüyüşünün yapıldığı 2000'li yılların başını, aradaki serüvenini düşününce hareketin bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsun?

Bence tam olması gerektiği gibi. Çünkü artık bu sistem için, bu çark için bir tehlikeyiz ve ben de hep bunu arzuladım. Ezberlenmiş, öğretilmiş sistemsel şeyler için korku yaratmayı ve tehlikeli olmayı hep istedim. Şu anda da ne kadar korktuklarını görüyoruz. Bu artık ne kadar görünür olduğumuzu, ne kadar sözümüzün geçtiğini ve ne kadar bu sistem için tehlike olduğumuzu gösteriyor.

- Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin son 10-15 yıllık tarihinde başka mücadelelerle, eşitlik, adalet talep eden hareketlerle etkileşimi nasıl oldu sence?

Yurtdışından bazı etkileşimler vardı ama Türkiye çapında etkileşim çok azdı. Şu anda destek veren birçok örgütten geçmişte destek göremiyorduk. Bu destek giderek arttı fakat Gezi’den sonra görünür oldu. Daha fazla diğer örgütlerle içli dışlı olundu, çünkü o zamanda bir ortak mücadele yürütüldü. 2005’lerden sonra Onur yürüyüşlerinin kalabalıklaşması, daha çok görünür olmak, birçok noktada söz sahibi olmak diğer örgütlerin de ‘ya burda bir şey oluyor’ demesini sağladı. Ben 2003’teki ilk Onur Yürüyüşü yapıldığında, aynı zamanda 169 tane sivil toplum örgütünün koordinasyonunu da yapıyordum Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nda. Bu 169 tane örgüte Onur Haftası davetiyesi yolladım ve onlardan destek veren örgüt sayısı sadece ikiydi. Anarşistleri saymıyorum. Şimdi baktığımızda bu, çok daha fazla sayıya ulaşmış durumda. Diğer örgütlerle iş birliği yapılıyor, ortak paydalarda ortak işler yapılıyor. Bu da iyi bir şey. Beni daha çok ilgilendiren, geçtiğimiz sene yapılan Onur Haftası’nda mültecilerle ilgili bölümler vardı. Mülteci eşcinseller, mülteci translar da var. Bu bir dünya meselesi çünkü. Homofobi, transfobi ve birçok fobi dediğimiz şeyin sınırı yok. Bu dayanışmanın artması benim için çok önemli. Yurtdışından insanlarla konuşuyorum, burda şöyle bir problemimiz var, buna karşı ne yapabiliriz konusunda fikir alışverişi yapıyoruz. Başka ülkelerle böyle bir iş birliğimizin olması beni çok sevindiriyor.

- Son dönemde özellikle Avrupa'da hareketin ana akımlaşması, sisteme karşı politik söyleminin silikleştirilmesi bir tartışma konusu. Türkiye'de de belki "görünürlük" söylemiyle yürütülen tartışmalar bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak her şeye rağmen Türkiye'deki LGBTİ+ aktivizmi muhalif, politik söyleminin muhafaza etmeyi başarıyor, birçok Avrupa ülkesinden farklı olarak. Sen bu durumu neye bağlıyorsun, nasıl değerlendiriyorsun?

Bunların bir geçiş süreci olduğunu düşünüyorum. Avrupa’yı düşündüğümüz zaman bizim çok fazla ilgilendiğimiz, hayatımıza bedel olan şeylerle ilgilenmiyorlar. Hakları birçok ülkede alınmış durumda, giderek de artmaya devam ediyor. Benim en çok istediğim şey cinsel kimliğimin sıradanlaşması. Ben cinsel kimliğimle ilgili bir şeyle ilgilenmek istemem. Hayatımı “huzurlu” bir şekilde yaşamak isterim, gündelik sorunlarımla ilgilenmek isterim. Korkunç bir ülkede yaşıyoruz. Mini etek giydiği için bir kadın otobüste dayak yiyebiliyor ve bunu yapan kişi serbest bırakılabiliyor. Baktığımız zaman dünyanın her yerinde homofobi, cinsiyetçilik var ama bizi bu anlamda koruyan bir şey yok. Avrupa’nın bizden farkı biraz da bu, onları koruyacak yasalar var. O ülkelerde birine “ibne” demek suç sayılıp dava açılabiliyor. Bizim geçtiğimiz Onur Yürüyüşü’nde uğramadığımız şiddet kalmadı ve bunun üzerine açılan davada hiçbir sonuç alamadık. Maalesef ki ilgilendiğimiz şeyler ve bu anlamda mücadele ettiğimiz şeyler çok fazla. Ben fazla olmasını istemiyorum. Her yıl yapılan Pride’da gayet güzel güzel yürüyorduk, hiçbir sorun yaşamadan. Şimdi Pride yasaklandı. O yasakçı zihniyet, bunun dinle gelmesi, devlet ile gelmesi, toplumla gelmesi, aile ile gelmesi, bizim ilgilenecek alanımızı çok fazla artırıyor. Devletin baskısından çıkıyorsun aile baskısı, aile baskısından çıkıyorsun okul baskısı, iş baskısı. Birçok trans arkadaşım bana iş başvurusunda bulundu. Çünkü translar çalıştırılmıyorlar. Devlet bize vururken dini de çok fazla kullanıyor.

- Onur Yürüyüşü özellikle Gezi'den sonra adeta zirve noktasına ulaştı ama son iki yılın politik iklimi kuşkusuz LGBTİ+ hareketini de es geçmedi. Bu iklimin etkisi nasıl oldu?

Gezi sürecinde LGBTİ+ hareketi çok fazla mücadele verdi, dolayısıyla bunun yankısı da büyük oldu. Gezi sonrasında birçok insanın onur yürüyüşüne katılması fobilerinden kurtulduklarını, eşcinsellere bakış açılarının değiştiğini göstermiyor. Bir heyecandı o ve o heyecanın içinde olmak istediler. 30 kişiyle onur yürüyüşlerini başlatan biri olarak o kalabalığı görmek çok güzel ama o kalabalık “bu kadar olduk, bu mevzu çözüldü” meselesi değil. Bizim bu anlamdaki mücadelemiz hâlâ devam ediyor. Saldırı olduğunda bir sonraki yıl, Gezi döneminden hâlâ bu mücadelenin içinde olan birçok insan polislere direnirken cinsiyetçi, homofobik küfürler etmeye devam ediyorlardı. Dolayısıyla biz o Pride günü bir taraftan gazlanırken bir taraftan da insanlara “hayır, öyle küfür etmiyoruz”u anlatmaya devam ediyorduk. Çok yakın olduğumuz insanlara, en yakın olduğumuz yerde bile bir şeyler anlatmaya devam ediyoruz, mücadele böyle bir şey.

Son iki yılda içinde geçtiğimiz politik dönemin bir şeyi pek fazla değiştirdiğini düşünmüyorum. Bu hareket hayatta olabilecek her şeyi gördüğü için, aslında yaşanan her şeyde yoluna devam etti. Tabii ki her şeyden biz de olumsuz etkileniyoruz, OHAL vs. Yargıda bir sürü süreç işlemez oldu. Birçok şey bizim de enerjimizi çalıyor, birçok şey üretecekken üretemememize neden oluyor.

- 8 Mart gece yürüyüşleri ve onur yürüyüşleri her yıl öfkenin, coşkunun parladığı kitlesel eylemlerine hâline geldi. Ancak bu kitlesellik gündelik mücadeleye aynı şekilde kanalize olamıyor sanki. Ertesi güne neden bir şey kalmıyor?

Bence bu 8 Mart kadın yürüyüşüne katılan kadınların ya da onur yürüyüşüne katılan LGBTİ+ hareketinin düşüneceği bir şey değil. Çünkü 8 Mart yürüyüşüne katılan kadınlar, ertesi gün kadın olarak mücadeleye devam ediyorlar, Onur Yürüyüşü’ne katılan LGBTİ+ler de ertesi gün mücadeleye devam ediyor. Ben 8 Mart’a politik olarak katılmıyorum ama ertesi günü kadın mücadelesiyle ya da LGBTİ+ hakları mücadelesiyle ilgileniyorum. Bu bence LGBTİ+ olmayan ve kadın olmayan kişilere sorulması gereken bir soru. Onur Yürüyüşü’ne katıldınız ama ertesi günü fobinizi ne kadar yendiniz? Ya da “8 Mart’ı destekleyen paylaşımlar yaptınız ama ertesi gün bir erkek olarak neler yaptınız?”

Burada biraz da korku faktörünü düşünmemiz gerekiyor. Hrant Dink davalarından da biliyoruz bunu, mahkeme önlerinde 15 kişi olduğumuzu da biliyorum ben. Ama Hrant öldüğünde tarihte gördüğüm en kalabalık yürüyüş gerçekleşti. Azınlığın içinde görünmek istemiyorlar, kalabalık insanlara cesaret veriyor. Kalabalığın içinde daha korkusuz olabiliyorlar. Korkulacak çok şey de var, bunun için insanlara bir şey diyemem. Onur Yürüyüşü için bile korkan birçok insan var. Devletin yapacağı şey dışında, dışarıdan gelecek saldırılardan, patlamalardan korkuyor insanlar. Bu insanların kaygısını anlayabiliyorum. Ertesi güne daha az insan kalıyor olması bir gösterge değil benim için. Ermeni Soykırımı anmalarına gittiğimde ya da başka birçok eyleme gittiğimde maalesef o çemberin küçüldüğünü görüyorum. Bunun geçici bir süreç olduğunu düşünüyorum. İnsanların bu korkuyu, bu kaygıyı yeneceğini düşünüyorum. Hep böyle gidemez.

- Genel olarak sol nasıl bir imtihan veriyor sence LGBTİ+ mücadelesinde?

Bu soruların yanıtlarını tamamen LGBTİ+ hareketi açısından düşünüp yorumluyorum ve öyle cevap veriyorum. Birçok anlamda ilerleme görüyorum solda. Aslında LGBTİ+ hareketiyle beraber kendi iç özeleştirilerini de verdiklerini gözlemliyorum. Bu hem benim için hem de hareket açısından iyi bir şey. Katı solcu geçmişten gelen biri olarak, bu değişim bireysel anlamda da bana iyi geliyor. Hiç konuşulmadığı, konusunun açılmadı yerde şimdi insanlar bununla ilgili atölyeler yapıyorlar, konuşmacı çağırıyorlar LGBTİ+ hareketinden. Sol, homofobiyle, cinsiyetçilikle, transfobiyle ilgili özeleştirisini vermeli. Bu meseleye daha çok önem verildiğini görüyorum. Bu yeterli mi? Tabii ki değil ama hayatta hiçbir şey yeterli değil. Bu anlamda ilerlemenin bir sınırı yok. Ben de eşcinsel biri olarak her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu anlamda kendimi geliştirmemin bir sınırı yok.

Röportaj: Berkay Bağcı

http://marksist.org/icerik/Haber/7398/Roportaj-Deniz-Deniz-LGBTI+-hareketinin-gorunur-olmasi,-sistem-icin-tehlike-arz-ediyor

(Röportaj) Deniz Rojda Tunç: “Biz ezilenler birleşirsek önümüzde hiçbir engel olamaz”
Marksist.org'u Facebook ve Twitter'da takip etmek için

Trans Onur Haftası bu yıl göç temasıyla yapılıyor. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği aktivistlerinden Deniz Rojda Tunç, devlet baskısı, transların ve tüm ezilenlerin mücadelesi, göç ve ırkçılık üzerine sorularımızı yanıtladı.

Marksist.org’dan Selda Kemaloğlu ve Damla Evren'in Deniz Rojda Tunç ile yaptığı röportaj şöyleydi:

Geçtiğimiz yıllarda serbest olarak kutlanan Trans Onur Yürüyüşü geçen yıl yasaklandı. Bu yıl durum nedir?

Deniz Rojda Tunç: Son iki senedir ‘’Ramazana denk geldi’’ bahaneleri ile bu eylemler yasaklandı. Toplantı ve gösteriler, yürüyüş kanununa aykırı gerekçelerle yasaklanıyor. Ama biz en başından beri çağrımızı yapıyoruz. Belirlediğimiz tarihlerde etkinliklerimizin, yürüyüşümüzün çağrısını yapıp bekliyoruz. İki senedir müdahale ve gözaltılar oluyor. Hatta dün, geçen sene Trans Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan arkadaşlarımızın duruşması vardı. Her biri beraat etti. Mahkemenin beraat kararı, bunun hak ve özgürlük olduğunun bir göstergesidir.

Yasaklamanın ve polis saldırılarının Gezi ile ilgili bir bağlantısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Aslında şöyle bir şey, keşke sadece polisin saldırısı olsa. Alperen ve ülkü ocaklarından, Akit’ten, Müslüman Gençlik’ten farklı örgütlere, bildiğiniz katliam çağrısı yapıyorlar. Devlet, bu nefret söylemleri için gerekli önlemleri almıyor. Geçen sene hakkında dava açılan Alperen Ocakları İstanbul il başkanı, geçen seneden daha sert bir açıklama ile televizyonda nefret saçan sözler sarf etti. Söylediği şey, ‘’Devlet yetkilileri bu ahlaksızlığı engellemez ise, biz iki yüz bin kişi giderek eylemi engelleyeceğiz’’ oldu.

Peki devlet Alperenleri engellemek için gerekli önlemi alıyor mu?

Hukuki bir dava başlatmış olsa da, sanki cezasızlıkla ödüllendirirmiş gibi. Bizim avukatımız Eren Keskin’in ilk duruşmada bir talebi oldu; ‘’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik, tehdit’’ ve bu suçlardan dolayı tutuklanması gerektiğini söyledi. Mahkeme red kararı verdi. Aynı kişi bir yıl içerisinde nefret söylemini tekrar etti. Alperen Ocakları hakkında yeniden suç duyurusunda bulunduk.

Her onur haftasının sonunda on binleri bulan kitle, sizce bu tehditlere boyun eğecek mi?

Ben sayılara takılmıyorum. Bu yetmiş bin de olabilir, bir milyon da olabilir, yüz kişi de olabilir. Burada tek bir şey var, demokratik hakkınızı kullanıyorsunuz. Anayasa bunu teminat altına almış. ‘’Küresel çapta kutlanan barışçıl hiçbir gösteri yasaklanamaz’’. Bu arada biz Trans Onur Yürüyüşü için bugüne kadar valilikten hiçbir zaman izin istemedik. Çünkü bu yasalarla net bir izin. Eğer trafiği engellemeyecek bir alanda basın açıklaması veya yürüyüş yapıyorsanız, bu engellenemez. Geçen sene polis kendisi bizimle görüşmek istedi. ‘’Biz sizi yürütmeyeceğiz’’ dediler. Biz de yürüyeceğimizi bildirdik. Hem İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği adına, hem Trans Onur Haftası Komitesi adına bu yıl bizi yine engelleyeceklerini söylerlerse, biz orada olacağız. Hiç kimse gelmese bile biz komite olarak orada olacağız. Gözaltı tehditleri artık bizi korkutamaz. Korkumuz yok, tehditlerden etkilenmiyoruz.

Bu yıl Trans Onur Haftası’na ‘’Göçmenler ile dayanışma’’ teması yaptınız. Küresel göç ve göçmenliğe nasıl bakıyorsunuz? Neden göçmen temasını tercih ettiniz?

Aslında ben Türkiyeli bir trans olarak kendi ülkemde bir göçmenim. Toplumun çoğunluğunun göçmen birine ve transa bakış açısı aynı. Sahiplenmeme, işsizlik, barınma sorunu, çoğaltılabilir. Aslında temel hakların her biri, devletin anayasasında bulunan her birinin kullanımı. Şimdi Türkiyeli translara baktığımızda aslında barınma sorunu yaşıyoruz. Eğitim ve istihdam sorunları yaşıyoruz. Bu yüzden biz de dedik ki translar her yerde göçmen, bu yüzden temamız göç.

Türkiye’de Suriyeli göçmenlere karşı ırkçılık yapılıyor. Buna ne diyorsunuz?

Ne yazık ki dünyanın her yerinde ırkçılık var. Irkçılığa karşı birleşik, küresel çapta mücadele yürütmeliyiz.

Bugünün Türkiye’sinde trans bireylerin karşılaştığı baskılar ve zorluklar nelerdir?

Trans toplumunu ikiye ayırmak gerekiyor. Zorunlu seks işçisi translar ve çok az da olsa içimizde aslında ‘’Normal hayat süren translar’’. Bazı translar aile yönünden şanslılar, maddi durumları iyi, zorunlu seks işçiliği yapmak zorunda kalmıyorlar. Toplumun ve kolluk güçlerinin sistematik şiddetine maruz kalmıyorlar. Ayrıca sadece sokakta yürüdükleri için idari para ve trafik cezalarına maruz kalmıyorlar. Yani bir transın hayatına bakıyorsunuz, toplumdan ve sosyal hayattan o kadar soyutlanmışlar ki. Seks işçiliği yapan transların yüzde doksanı sabah altı yedide yatar, dörtte beşte kalkar, kuaföre gider, çalışmak için caddeye çıkar. Çünkü toplum tarafından lanetlenmiş bir birey olarak görülür. Trans bireyler, toplumun dayatmalarına karşı gündüz sokağa çıkarlarsa psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. Hakaret, tehdit, tacize tecavüze, nefret cinayetine kadar gidiyor. O yüzden de trans bireylerin büyük bir bölümü toplumun izole ettiği yaşamı yaşamak zorunda kalıyorlar.

Son dönemlerde yargıdaki adaletsizliğe karşı tepkiler büyüyor. Peki yargı, trans bireylere nasıl işliyor?

Türk Ceza Kanunu’nda tasarlayarak insan öldürmenin cezası ağırlaştırılmış müebbet. Bugüne kadar devlet cinayetine kurban giden tek bir trans yoktur ki, bakın, 2012 yılında İzmir’de seri katilin katlettiği Azra Has’tan bahsetmiyorum. Mesela o çok gündem olduğu için ve seri cinayet olduğundan üç kez ağırlaştırılmış müebbete çarptırıldı. Ama onun dışında seks işçiliği yapan, sokakta katledilen transların katillerinin, ağırlaşmış müebbeti bırakın, müebbet aldığı yok. Savcılar davayı müebbetten açıyorlar, iyi hâl ve tahrik indirimi derken bu en fazla on sene oluyor; şartlı salınma da derken üç dört sene sonra bu katil aramızda oluyor. Nefret cinayetlerinde böyle. Polis keyfiyen yolda yürüyen transı gözaltına alabiliyor. ‘’Fuhuş yapıyordu’’ diyor, ’’Yanımda bana hakaret etti’’ diyor, aslında öyle bir şey yok. Transın verdiği tek cevap, ‘’Ben evimden çıktım, yürüyüş yapıyorum, bu benim serbest dolaşım hakkımdır”. Bunu söyleyen trans birey, uydurma birtakım suçlarla gözaltına alınıyor. Mahkeme sonuçlarında mutlaka cezalandırılıyor. Seks işçiliği yapan trans bireylerinin yüzde sekseninin memura mukavemetten muhakkak dosyası vardır.

Bugüne kadar baskılara karşı aralıksız mücadele ettiniz. Baskılara karşı ne tür kazanımlar elde edildi?

Yasal anlamda neredeyse hiçbir kazanımımız yok. Ama biz örgütlenmeyi, dayanışmayı biliyoruz. Mücadelemiz her gün geniş alanlara yayılıyor. 2003’ten beri kazandığımız alanları terk etmiyoruz. Mücadelemiz devam edecek.

Ülkenin diğer ezilenlerine mesajınız nedir?

Benim tek bir mesajım olabilir: ’’Dayanışma’’. Biz ezilenler birleşirsek önümüzde hiçbir engel olamaz. Yeter ki kendimizi, ezilen kim olursa olsun onlardan üstte görmeyelim.

Onur Haftası’na özel paneller atölyeler yapılacak. Bir hafta boyunca nasıl etkinliler olacak?

Trans Onur Haftası’nda iki tane gümbür gümbür panel var. Bir tanesi göç işçiliği üzerine, korumasızlık üzerine ve seks işçiliği üzerine. Bir tanesi kadınlarla olacak bir şey. Kadın kurumları ile yapacağımız ortak işler, içimizde hesaplaşıp tartışıp sonuç çıkaracağımız panel ve atölyelerimiz ile dolu. İnternet sayfamızdan takip edebilirsiniz.

Son olarak bir mesajın var mı?

2 Temmuz saat 17:00’de herkesi Taksim Meydan’a Trans Onur Yürüyüşü’ne dayanışmaya bekliyoruz.

Marksist.org: Biz de dayanışmaya geliyoruz bebeğim.

http://marksist.org/icerik/Haber/7397/Roportaj-Deniz-Rojda-Tunc-Biz-ezilenler-birlesirsek-onumuzde-hicbir-engel-olamaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder