29 Kasım 2014 Cumartesi

Ne çekeyim abime!

Bir yönetmenin önünde alternatif çok. Ya bir ideolojik yapıya, lobiye yakın olup destek bulacak. Ya gişeye yönelik filmler yapıp yapımcıların desteğini alacak ya da festivallerde ilgi çekecek konuları işleyecek. Her festivalin de ayrı bir hesabı var tabii.

Kendi hayat hikâyesi de başlı başına bir film konusu aslında. Babası, Belçika’ya işçi olarak giden ilk 12 kişiden biri. Bugün 75 yaşındaki bu emekli işçinin 5 çocuğu da Belçika’da kendi işini kurmuş, şimdi ülkede istihdam sağlayan iş insanları olmuş. Avrupa festivallerinde ses getiren bir filmin sahibi Sümeya Kökten ise en küçük kızı. 8 yıl polislik yaptıktan sonra sinemaya adım attı. Polislik yaptığı dönem bir yandan da elektro müzikle ilgilenmiş, profesyonel anlamda bu müziği icra etmiş. 24 yaşına kadar çok çeşitli işler yapmış, temizlikçilik bile. Sonra düzenli bir geliri ve tek başına yaşayacağı bir evi olsun diye polis olmuş. Üniformalı, silahı, uyuşturucu operasyonları ve tutuklamalarla geçen yoğun bir mesleki hayatı olmuş. “İdealim değildi ama sevmiştim bu işi.” diyor.

Sümeya Kökten’in motivasyonunu bozan, maruz kaldığı ırkçılık olmuş. Kaçmak için sinemaya girmiş. İlk filmini acemice bulsa da “Genel kadraj filan vardı.” diyor. “Festivallerinde epey ilgi gördü, görmeye de devam ediyor.” dediği filminin konusunun tolerans olduğunu söylüyor. Ötekine tolerans. Filmde başörtülü kadın da var, Mevleviler de... Göçmenler, aşırı dinci geleneksel Türk ailelerin baskıcı tutumları... Yani bir Batılı’nın ilgisini çekecek çarpıcı detaylar. Asıl hikâye örgüsü, biri Türk olan eşcinsel çift üzerine kurulu. Diğerleri detayda kalıyor. Kökten’e filmde bu vurgu olmasaydı festivallerde böylesi ilgi duyulur muydu diye sorunca verdiği cevap bu haberin konusu: “Hayır tutmazdı. Hem amatör hem profesyonel arasında bir işti. Ve toleransı işliyordu. Festivallerin ilgi duymasının sebebi bir Türk’ün, bir Müslüman’ın tabuları işlemesi tabiî ki.”

Kökten, inandığı şeyleri yaptığını belirtiyor. Yani festivallerde ilgi görsün diye eşcinselliğe tolerans konusunu işlememiş filminde. Diyor ki; “Belli bir toleransım var da yaptım. Sadece bu film iş yapar diye değil. İnanmadığımı savunmam. Mesela ‘Ermeni soykırımı evet oldu, Türkler ölmedi ama Ermeniler öldü’ tezli bir film yaparsam hemen Kültür Bakanlığı’ndan bir milyon Euro almış durumdayım. Parayı alacağımı bilsem, filmin tutacağını bilsem, festivalden ödül alacağımı da bilsem yapmam. Türkler de öldü çünkü.”

Bu ırkçılık değil mi?

Sümeya Kökten, “Peki, bir Türk’ün eşcinsellik filmi yapmasından dolayı işinin ilgi görmesi sizi rahatsız etmez mi? Bu da bir tür ırkçılık değil mi?” diye sorunca şu cevabı veriyor: “Farkındayım ve öyle. Türk hatta Müslüman, İslam’dan etkilenen bir kültürde büyümem tabiî ki onların hoşuna gidiyor. Müslüman ama toleranslı. Şöyle rahatsız edici olur, Türklerin yaşadığı ırkçılarla ilgili bir film yaparsam ve destek olmazlarsa bana... hâlbuki inandığım bu da yaşadığım bir şey...” Bu cümlesi bitince “Destek olurlar mı?” diye soruyoruz. İkinci filmini Belçika Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle çeken Kökten’in buna cevabı, “Olacaklarını sanmıyorum. Sonuçta Belçika’yı eleştirecek.” şeklinde.

Sümeya Kökten’in hikâyesi aslında dünyadaki festivallerin ve sanat aleminin temel mantığını ortaya koyuyor. Bu konuda en keskin değerlendirmeyi sinema yazarı Nedim Hazar yapıyor. “Meselenin iki yönü var.” diyor ve şöyle açıklıyor: “Bir Batı’nın doğuya bakış açısı. Bunu kısmen oryantalizm şemsiyesi altına koyabiliriz. Batı dünyası, özellikle son birkaç yüzyıldır görmek istediği Doğu ile ilgili sanat eserlerini köpürtüp, yüz veriyor. Dolayısıyla onların bu reflekslerini bilen Doğulu sanatçılar, seçtikleri bu kulvarda ilerlemek için arzu ve talep edilen şeyleri yerine getirerek tırmanmayı deniyorlar. Aslında basit bir matematiği bile var bu işin. Sanatın hangi dalında eser veriyorsanız onun Batı dünyasının hoşuna giden kıstaslarına uyuyorsunuz ve övgü/takdir görüyorsunuz, ödüle boğuluyorsunuz.”

Hazar’ın dikkat çektiği bu sebeplerden dolayı sinema dünyasında artık sanat ve gişe filmi ayırımına festival filmi de eklendi. Burada geçen aylarda yapılan festivallerde çok konuşulan bir filmden söz etmek gerek: “Neden Tarkovsky olamıyorum?” Murat Düzgünoğlu’nun Adana Film Festivali’nde Yılmaz Güney Ödülü alan filmi, Türkiye’deki sinema piyasasını ağır bir şekilde eleştiriyor. Yönetmenlerin kafa kırışıklığını, çıkmazlarını, yapımcıların ve sanat çevrelerinin tepkilerini anlatıyor.
...
Gülizar Baki - Zaman

https://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ne-cekeyim-abime_2260705.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder