14 Temmuz 2020 Salı

Onur Haftası Vesilesiyle Örgütlü Bir LGBTİ+ Mücadelesi

Kadının kimliğine, emeğine, bedenine yönelik gerçekleştirilen saldırılarla, LGBTİ+’lara yönelik gerçekleşen saldırılar eşgüdümlü bir biçimde boyutlanarak devam ediyor.

LGBTİ+’lar her yıl 28 Haziran’da dünyanın dört bir yanında Onur Yürüyüşü yaparak kimliklerine yönelik nefret saldırılarını ve cinsiyetçi saldırıları teşhir edip taleplerini yükseltiyor. Öncelikle Onur Haftası’nın ve LGBTİ+ hareketinin tarihini hatırlamakta-hatırlatmakta fayda var.

Dünya genelinde örgütlenen Onur Yürüyüşü her yıl Stonewall İsyanı’nın yıl dönümünde gerçekleştiriliyor. 1969 yılında Stonewall Inn adlı barda baskı, şiddet ve ayrımcılığa maruz kalan eşcinseller ayaklanmış, kendileri üzerinde baskı kuran polisi bara hapsetmiş ve 4 gün boyunca sokaklarda çatışarak eylemler yapmışlardır. LGBTİ+ mücadelesinin dönüm noktalarından biri olan gün, dünyanın her yerinde Onur Haftası olarak bilinir.

Türkiye’de ise Onur Haftası yıllar sonra 1993’te ilk defa “Cinsel Özgürlük Haftası” adı ile kutlanmak istenmiş, ancak dönemin İstanbul Valiliği’nin izin vermemesi ve yurt dışı konuklarını sınırdışı etmesi sonucuyla etkinlikler o yıl gerçekleştirilememiştir. Yurt dışından gelen onur konuklarının sınırdışı edilmesi ve gelişen olaylar sonucunda LGBTİ+ hakları için Lambdaistanbul ve Kaos GL’nin doğumu gerçekleşmiştir. İlk yürüyüşlerini ise 2003 yılında yapmışlardır.

1993’TEN GÜNÜMÜZE DEVLETİN BÜYÜYEN NEFRET POLİTİKALARI!

Egemenler, 2020 Onur Haftası vesilesiyle, burjuva yayın organları aracılığıyla üretmiş olduğu nefrete ve nefret cinayetlerine bir kez daha davetiye çıkartarak LGBTİ+’ları hedef tahtasına oturtturdu.

İstanbul’dan yayın yapan Müslüman Kardeşler’e bağlı Watan TV’de “Eşcinselleri öldürün” çağrısı yapıldı. Kanalda konuşan Hala Samir, “eşcinsellerin nasıl öldürüleceğine dair” yöntemler de sundu: “Diri diri yakılmalılar” ifadelerini kullanarak LGBTİ+’lara yönelik pervasızlaşan saldırıların bir örneğini oluşturdu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 29 Haziran’da tüm TV kanallarından canlı yayında yaptığı açıklamasında “Birileri yine sinsice milli ve manevi değerlerimize saldırıyor. İnsanlık tarihi boyunca hep lanetlenmiş sapkınlıkları normalleştirerek, genç dinamikleri zehirlemenin peşindeler. İnancımıza ve kültürümüze aykırı bu tür marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır. Halkın lanetlediği hiçbir yanlışın bu ülkede kök salma ihtimali yoktur. Türkiye milli ve manevi yapısını hedef alan saldırılara karşı da mücadele edecek güce de sahiptir. Buradan tüm milletimi Rabbimizin yasakladığı, milletimizi her türlü sapkınlığa karşı dikkatli olmaya ve tavır almaya davet ediyorum. Rabbimden milletimizi ve ülkemizi bu tür sapkınların yol açacağı beşeri felaketlerden korumasını niyaz ediyorum” nefret söylemlerini kusarak yine katliam çağrısında bulundu.

Devletin bu zihniyetine hizmet eden Diyanet, öğrenim görevlileri, milletvekilleri vs. gibi birçok kurum, kuruluş ve kişiden ardı arkası kesilmeyen nefret söylemleri ve katliam çağrıları inci gibi dizilmiştir.

Bu katliamcı zihniyetin tek dil, tek bayrak, tek din anlayışının bir ürünü olduğunu bir kez daha apaçık şekilde görüyoruz. LGBTİ+’lar iş yerlerinde, okulda, kamu alanlarında, sokakta ve hapishanelerde baskının ve sömürünün en ağırını yaşarken işsizler ordusunun da ciddi bir kısmını oluşturmaktalar. Mezun olduğu okul, dini, dili, niteliği ne olursa olsun ya çalıştıkları iş yerinde sınırsız homofobik mobinge maruz bırakılıyorlar ya kovuluyorlar ya da işe hiç alınmıyorlar!

Yaşama hakkı tanınmayan LGBTİ+’lar geçiş ameliyatlarında, sağlık hizmeti almak için hastaneye gittiklerinde türlü psikolojik baskıyla ve zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar.

Hapishanelerde de bu tablo değişmiyor! Devrimci tutsaklar gibi LGBTİ+’ların da en temel hakları gasp ediliyor ve işkenceye maruz bırakılıyorlar. LGBTİ+ cinayetleri faşist devlet nezdinde meşrulaştırılıyor ve tıpkı kadın cinayetleri gibi hiçbir yaptırımı olmuyor. LGBTİ+ ve kadın cinayeti işleyenleri devlet suç mahalline geri göndererek, katliamcı, nefret dolu politikalarını besliyor. Çünkü yargı, eğitim sistemiyle, kurum ve kuruluşlarıyla nefret kusan ve LGBTİ+’lara nefes almayı dahi “haram” olarak gören erkek egemen devletin kendisine hizmet vermekte, buradan doğru beslenip, hareket etmektedir.

Son olarak gündemden düşmeyen, kadına yönelik her türlü şiddetin cezasız kalmasını, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığını suç parantezine alan “İstanbul Sözleşmesi”ne değinmekte fayda var.

Sözleşmenin “Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrımcılık Yasağı” başlıklı 4. maddesi ile cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığı yapılamayacağı, devamında ise çocuk gelin, namus cinayetleri, taciz, tecavüz vb. net bir şekilde suç olarak belirtiliyor. 24 Kasım 2011’de iç hukukun bir parçası olan ancak yürürlüğe girmesi 1 Ağustos 2014’ü bulan İstanbul Sözleşmesi’nden gelinen aşamada Türkiye çekiliyor (!) Kadına ve LGBTİ+’lara yönelik her türlü saldırıyı suç kapsamına alan maddelerin hepsi faşist TC nezdinde yasallaşmış ve hiçbir yaptırımı bulunmamaktadır. Kendi yasalarına uymayan bir sözleşmeden doğal olarak geri çekiliyorlar. 

Nefret söylemleri, yasaklar ve baskılar devam etse de, tabandan gelen güçlü özgürlük taleplerinin önünde bu baskılar uzun süre dayanamayacaktır. LGBTİ+ hareketi boyutlu ve çok yönlü saldırılarla karşı karşıya bırakılsa da Türkiye’de kendisini yoktan var etmiştir.

Sınıf mücadelesi devam ettikçe LGBTİ+’lara yönelik saldırılar ve LGBTİ+’ların varlık mücadelesi de kendini koruyacaktır. Bu bağlamda yönümüzü ezilenin ezileni kadınların ve LGBTİ+’ların yaşamlarına çevirmeli; kulağımızı özgürlük için attıkları çığlıklara vermeli: Patriyarkanın belirlediği sınırları tanımayan, kendi yaşam hakları için amansız bir mücadele veren LGBTİ+’larla omuz omuza mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Bir YDK Okuru

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 9 Temmuz 2020 tarihli 65. sayısından alınmıştır.

http://www.yenidemokrasi7.net/onur-haftasi-vesilesiyle-orgutlu-bir-lgbti-mucadelesi.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder