4 Eylül 2016 Pazar

"Kimliğim açık. İlla teyit etmem mi lazım?"

“Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz...”


Yerel, geleneksel, güncel... Batılı, modern, evrensel... Bir taraftan Tanburi Cemil Bey geleneğinden kopup gelen bir alaturka, diğer taraftan ‘La Paloma’dan kalkıp ‘La Mamma’ya konan bir alafranga. Türkiye’nin gerçek pop ikonu. Cemal Süreya’nın 1989’da dediği gibi “Ülkemizde hem çok büyük görülüp hem pek ciddiye alınmayan tek kişi o belki de.” Ama şimdi Enrico Macias'tan Halit Ergenç'e pek çok ismin, söz ve müziği ona ait parçaları seslendireceği saygı albümü çıkarken, Zeki Müren’i sevgiyle anmanın tam zamanı.
Derya Bengi


Uzaydan Gelen Prens
1974'te İzmir Fuarı'nda yapılan karşılama töreninde Zeki Müren Uzaydan Gelen Prens kostümüyle, bu tören için özel hazırlanan 'ay örümceği'nin önünde.

Henüz 19 yaşını yeni doldurmuştu. 1951 senesinin ilk akşamında, cılız frekansı Marmara bölgesinden öteye ulaşmayan İstanbul Radyosu'ndaki ilk seansında şöhreti yakaladı. İstanbul'un nüfusu 1 milyon, Türkiye'ninki 21 milyon, ülkedeki toplam radyo sayısı taş çatlasa 320 bindi. Ama radyo-magazin dergileri peynir ekmek gibi satmaya başlamıştı. O mucize sesin sahibini de işte o dergiler bütün ülkeye tanıttı. Müzeyyen Senar hayranı, gözlüklü, çelimsiz, kibar, romantik bir gençti Zeki Müren.
1931'de, Bursa'da, orta halli bir evde doğdu. Ailesinin bir tarafı Mora Yarımadası, bir tarafı Bulgaristan göçmeniydi. Kereste tüccarı, suskun, akşamcı bir baba. Hayat dolu, ama hayalleri suya düşmüş, bıkkın bir anne. Küçük Zeki hem annesinin hem babaannesinin kuzusu olarak büyüdü. Ama herkesin birbiriyle çekiştiği bu mutsuz evdeki esas sığınağı Ankara Radyosu'ndan süzülen nağmelerdi. Bütün gün bez bebekleriyle ve makasla siyah kartondan oyduğu plaklarıyla oyalanır ya da küçük arka bahçedeki yalağın önünde kurduğu sahnede, elinde mikrofon niyetine tuttuğu kibrit kutusuyla, komşu çocuklarını rica minnet karşısına oturtup şarkılar söylerdi.
Okulda çalışkan, uysal bir öğrenciydi, resme kabiliyetliydi, eline bir kalem aldığında defterine, gazete sayfalarına desenler, yelkenliler, en çok da şuh, alımlı kadın çehreleri çizerdi. Sinemaya gelen müzikal Arap melodramlarını kaçırmazdı. Babasının, sünnetinde aldığı bisikletle tozlu yollarda gezer, 40 yılda bir ailecek Mudanya'ya denize, Uludağ eteklerinde pikniğe gidildiğinde biraz nefes alırdı. Bu taşra sıkıntısını dağıtan tek şey, yaz mevsiminde Tophane Bahçesi'ne İstanbul'dan gelen fasıl heyetleriydi. Briyantinli saçlı, altın dişli, esmer sazendelerin önünde şarkı söyleyen şifon mendilli, kloş etekli kızları en önden izlerdi. "Sahneden gelen koku büyüleyiciydi. Makyaj, içki, ağır esans ve hela kokusu karışımıydı genizlere dolan. Çocuk bu kokunun esiri olmuştu, ömrü boyunca bu esaret devam edecekti” diye yazacaktı yıllar sonra çocukluğunu anlattığı not defterine.
Dinlediği her şarkıyı yutarcasına ezberine almakta mahirdi. Ailesinden ne destek ne de köstek gördü. Neredeyse kendi kendini yetiştirdi. Belki doğuştan oyuncuydu, ama Bursalı bir işadamının himayesine girmese merdivenleri üçer beşer tırmanamazdı. Dede Efendi için Üçüncü Selim ya da Haydn için Prens Esterházy neyse, Zeki Müren için Hayri Terzioğlu oydu. Onun sayesinde Bursalı üstatlardan ders almaya başladı, onun sayesinde yerel musiki çevrelerine girdi. Okuldaki derslerinde teklemeye başlayıp, soluğu kaçarcasına İstanbul'da alınca, Hayri Bey'in himmetiyle liseye ve müzik eğitimine devam etti. Arnavutköy sırtlarındaki tanınmış Boğaziçi Lisesi'nde yatılı okuyor, hafta sonları Beler Otel'de kalıp Beyoğlu'nun kozmopolit bohem dünyasına dalıyor, nazariyat ve usul bilgisini Şerif İçli'nin, Agopos Alyanak'ın denetiminde inceltiyordu.
Attığı her adımda bilinçli ve hesaplıydı. Sanki bir ‘beş yıllık kalkınma planı’ uyarınca, önce yalnız sesiyle, radyo emisyonları ve plaklarıyla dinleyiciyi fethetti. Şarkıları dillerden düşmeyen, resimleri dergileri süsleyen, cinsel yönelimi konusunda kulaktan kulağa söylentiler yayılan bir şöhret olarak, sıradan bir genç gibi İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girip kazandı, Süsleme Sanatları bölümüne yıllarca sektirmeden devam etti. Sonunda başarıyla mezun oldu. Semih Balcıoğlu'nun anılarında anlattığına göre, Fikret Otyam ve çetesi, Akademi'ye kayıt yaptırdığı günlerde Zeki Müren için kinayeli hoş geldin afişleri hazırlayıp sağa sola asmışlardı. Ama bu tür cinsel imalara çoktan şerbetli Zeki Müren, hepsine gülüp geçmiş, herkesle kısa sürede kaynaşmıştı.


Soldan saat yönünde
Annesi Hayriye Müren ve babası Kaya Müren ile. Paris'te Eyfel Kulesi'nin önünde. İlk röportajlarından birinde ona şöhret yolunu açan radyonun önünde poz vermişti. Gönül Yazar, Zeki Müren'in havuz kenarında fotoğrafını çekiyor. Başrolü Türkan Şoray ile paylaştığı 'Düğün Gecesi' filminde rolü gereği çıtkırıldım bir erkek olmadığını kanıtlamaya çalıştığı karate sahnesinde.

ASKERDEN SONRA PULLU CEKET
1951’de başladığı radyo programları ve plaklardan sonra, 1953'te sıra sinemaya geldi. İlk filmi ‘Beklenen Şarkı’da, sevgilisinin annesi (ve babasının eski sevgilisi) rolündeki Cahide Sonku'yla beraber oynadı, bir konservatuar hademesini canlandırdı. Akademi'den hocası Sabih Gözen'in şiiri üzerine yaptığı, filmle aynı ismi taşıyan beste, ilk büyük hiti oldu: "Gözlerinin içine başka hayal girmesin, bana ait çizgiler dikkat et silinmesin." Hemen arkasından ‘Manolya’, ‘Bir Demet Yasemen’ ve ‘Şimdi Uzaklardasın’ besteleri geldi. Bu ‘kare as’tan üçünün güçlü ve akılda kalıcı valsler olması, radyo emisyonlarında okuduğu neo klasik eserlerin yanında hiç sırıtmıyor, tam tersine onun gelenekseli moderne bağlayan sağlam bir köprü olacağını müjdeliyordu. Dramalı Hasan, Muhlis Sabahattin Ezgi gibi alafrangaya kapı aralayan bestecilere tutkundu, en az Sadullah Ağa'lara, Şevki Bey'lere tutkun olduğu kadar. Tamamına erdiremediği en büyük hayali, Türk sanat musikisinin eski büyük üstatlarının hayatını, Avrupai bir revü halinde sahneye koymaktı.
İzmir Fuarı ve küçük bir Anadolu turnesinin ardından ilk büyük içkili gazino tecrübesini, 1955'te astronomik bir ücret karşılığı Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu'nda yaşadı. Repertuarında, yüzyıl başlarının eski eserlerinden Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar gibi çağdaşlara, ‘Manolya’ ve ‘Avare’den halk türkülerine kadar yok yoktu. Radyonun en büyük yıldızı, 24 yaşında, artık sahnelerin de en büyüğüydü. Radyodaki ağırlığı ve ciddiyeti kırılmış, kıvraklığıyla, neşesiyle, şakalarıyla gazino seyircisini avucunun içine almıştı. Bu espritüel ve ağzı bozuk Zeki Müren'e, o güne kadar sadece yakın arkadaşları ve gazeteciler aşinaydı. 1955'te, Yeni Yıldız dergisinde Vecdi Benderli, "Şimdiye kadar iyi kötü birçok insan tanıdım, fakat Zeki kadar tatlı küfür edene rastlamadım. Bir küfrün Zeki'nin ağzında Hacı Bekir lokumu kadar lezzetli oluşuna ister inanın, ister inanmayın" diye yazmıştı.
Sahnede sergilediği enerji, repertuarını aşıyor, kıyafetlerinden taşıyordu. İlk günlerdeki bembeyaz frakı, sedef payetlerle işlenmiş gömleği, papyonundaki inci tanesi ve pantolonundaki elmas taşlarla bezenmiş kordon, yıllar içinde, Susamış İstiridye, Yakut Kadeh, Çocukluğumun Bayram Yeri, Çapkın Kızılcıklar, Şampanyanın Rüyası, Avucumdaki Dua, Uzaydan Gelen Prens gibi isimler taktığı kostümlere, parlak, göz alıcı ceketlere, pelerinlere, mini eteklere, apartman topuklu çizmelere evrilecekti.
1958'de, ilk kez rengârenk, tepeden tırnağa pullarla işlenmiş bir ceketle sahneye çıktığında askeriyeden yeni terhis olmuştu. 1970'te, ilk kez sahnede mini etek giydiğinde, babası yeni vefat etmişti. Bunlar herhalde basit birer tesadüf değildi.

SAHNEDE SALINCAKLAR, ŞELALELER, KARLAR
Zeki Müren, hayattayken de, öldükten sonra da sık sık Amerikalı şarkıcı Liberace'yle karşılaştırıldı, ona öykünmekle itham edildi. İkisi neredeyse eşzamanlı biçimde, abartılı kostümlere bürünüp izleyenleri şoka sokuyorlardı. Düpedüz bir taklit mi, yoksa o günlerde pek kullanılmayan tabirle ‘ruh ikizliği’ mi söz konusuydu? Zeki Müren'e sorarsanız “Bu sadece bir ruh beraberliğidir” diyordu. Kim bilir, belki de Zeki Müren Liberace'ye baktıkça şu dünyada yalnız olmadığını hissediyor, belki de ona bir aynaya bakar gibi bakıyordu. Şatafatlı, zengin, ‘lüküs hayat’ı seven, krallarla, kraliçelerle aşık atan Amerikalı piyanist Liberace, kendine ‘tek kişilik Disneyland’ diyordu. O halde Zeki Müren de, küçük Amerika olmaya heveslenen fakir Türkiye'nin lunaparkıydı.
Demokrat Parti'ye muhalefetiyle tanınan Akis dergisi, 1960 Şubat'ındaki bir sayısında, Zeki Müren'i kapağa taşımış, "Time dergisi Amerika'nın Zeki Müren'i Liberace'yi okurlarına tanıtıyorsa, biz neden Zeki Müren'e kayıtsız kalalım" diye yazmıştı. Böylece Zeki Müren, magazin dergilerinden sonra ilk defa siyasi bir derginin kapağında boy gösterdi. Akis onu şöyle tarif ediyordu: "Hiç şüphesiz İnönü ve Menderes'ten sonra memleketin en şöhretli insanı."
1960 sonbaharından itibaren Zeki Müren ismi, Fahrettin Aslan'ın Maksim Gazinosu'yla özdeşleşti. Maksim'in sahnesine salıncaklarla mı inmedi, karlar mı yağdırmadı, şelaleler mi akıtmadı? En uçuk, en açık kıyafetlerini orada denedi. Ama beyazperdede, 18 yılda çevirdiği 18 filmin çoğunda bu görkemli sahne personasının uzağında, halktan kişileri, sade, dürüst, yufka yürekli delikanlıları oynadı. ‘Altın Kafes’in tamirci çırağı, ‘Hindistan Cevizi’nin maceraperest serserisi, ‘İstanbul Kaldırımları’nın sokak şarkıcısı, ‘Bahçevan’ın kentsel dönüşüme direnen zerzevatçısıydı. ‘Düğün Gecesi’nde, "Ben senin gibi hanım hanımcık erkeklerden hoşlanmam" diyen Türkan Şoray'a nispet olsun diye karate ve halter çalışan, barlarda kavga çıkaran bir Zeki Müren görmek herkesi şaşırttı. Bugün hâlâ bu film üstünden onu kendine sadık kalmamakla, maçoluğa teslim olmakla suçlayanlar var. Oysa bu sulu komedi filmindeki malum sahneler onu kaba saba bir erkek olarak göstermek şöyle dursun, çıtkırıldımlığının altını iyice çiziyordu.


Şıklık onun işi
Zeki Müren, en sıradışı kostümler kadar ağırbaşlı takım elbiseleri de hakkıyla taşırdı. 1970'lerden yansıyan karede, bu stili de saçı, makyajı ve gözlüğüyle kendine göre yorumladığını görüyoruz.

‘TEATRAL’ İTİRAFLAR
Basın yayın organlarının tavrı, ona bir sevgili bulup bir an evvel baş göz etmekle, imalar yoluyla eşcinsel olduğunu itiraf ettirmek arasında salınıp durdu on yıllar boyunca. Ama o her seferinde ustaca tehlikeyi savuşturdu. Kimi zaman "İlk aşkım iri zümrüt yeşili gözlü Bursalı bir kızdı", kimi zaman "Önümüzdeki bahar annem mürüvvetimi görecek" yalanlarını üfürüyor, kimi zaman "İnşallah ilerde evleneceğim. Kızım da olsa, oğlum da olsa ismini Vefa koymak istiyorum. Dünyada vefadan daha değerli ne olabilir ki?" diyerek topu taca atıyordu. Eşcinsellik konusunda söz almak için hiç parmak kaldırmadı. Belki de bu sessizlik onu korkusuz kıldı. Kılığının, kıyafetinin, sahne fotoğraflarının yansıttığı ışık, bu konuda kendisinden ısrarla beklenen bir deklarasyondan her zaman daha aydınlıktı. Eşcinsel sanatçıların kaderi dünyanın her yerinde aynı. Marc Almond, (ki Zeki Müren ve Bülent Ersoy hayranıdır) otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Hep bana sorarlar, hep ağzımdan duymak isterler, öyle miyim, değil miyim? Kimliğim açık. İlla teyit etmem mi lazım? Stevie Wonder’a gidip ‘Siz siyahi misiniz?’ diye soruyor musunuz?”
Tiyatro sahnesi bir istisnaydı. Kitlesel bir sanat olan sinemada ‘Kız Mehmet’ isimli bir senaryoyu geri çevirdi, ama 1965'te Arena Tiyatrosu'nda, Cüneyt Gökçer yönetimindeki ‘Çay ve Sempati’de, efemine halleri nedeniyle sanki eşcinselmişçesine arkadaşlarının gadrine uğrayan liseli Tom Lee'yi canlandırdı. Gerçi piyesin sonunda Tom Lee, öğretmeni Laura'yla yatarak erkekliğini ispat ediyordu, ama Zeki Müren "Türkiye için cesaret isteyen bir piyes" derken haklıydı. ‘Çay ve Sempati’, anavatanı ABD'de bile az tepki toplamamıştı. Üstelik bu oyundan birkaç yıl sonra, tekrar bu işin üstüne gitmeye niyetlendi. Proje iptal edilmeseydi, o yıllarda İstanbul'u mesken tutan Amerikalı yazar James Baldwin'in ‘Giovanni'nin Odası’ romanının sahne uyarlamasında, eşcinsel sevgiliyi oynayacaktı. 
Türkiye müziğindeki 1960'lar Rönesansı’nın en nadide aktörlerinden biriydi. Bir Napoliten şarkıdan uyarladığı ‘Yaseminler Solmadan Gel’le aranjman akımının ve hatta Alevi ozan Ali İzzet Özkan'ın ‘Mühür Gözlüm’üne getirdiği yorumla Anadolu popun öncüsüydü. Sahnelere 1950'lerin ortalarından itibaren getirdiği hareket, ritm ve temaşa aşısı, Elvis'ten David Bowie'ye, Batı başkentlerinde rock sanatçılarının yeniliklerine eşdeğerdi. Batı’da popüler müzik tarihini “Rock'n'roll’dan önce ve sonra” diye nitelemek ne kadar doğalsa, Türkiye’nin popüler müzik tarihini de, bir milat olduğunu teslim ederek, “Zeki Müren’den önce ve sonra” diye değerlendirmek doğal.


Soldan saat yönünde
1966'da sahnelere dönmesini sağladığı Ajda Pekkan ile dudak dudağa. Yıllar sonra "Koyu Müzeyyenciyim" diye söz ettiği dostu Müzeyyen Senar ile de aynı pozu veriyor. Cüneyt Arkın ile Şile'de. Mustafa Kemal'in Harbiye Mektebi'ndeki hocalarından Osman Nuri Koptagel'in oğlu Şahap Koptagel hayatı boyunca en yakın dostlarından biri oldu. 1990'larda tamamen yerleştiği Bodrum'da.

BODRUM SÜRGÜNÜ
Ekip biçtiği asıl tarlada, Türk sanat müziğinde ise 1960'lı yıllarda pek çok besteci, Zeki Müren'den aldıkları ilhamla, sırf Zeki Müren okusun diye sade bir dille, yenilikçi şarkılar yazıyorlardı. ‘Güneş’liğinde bir gerçek payı varsa, tam da buradan geliyordu. Alaturka camiasında sanki her şey Zeki Müren'in ekseni etrafında dönüyordu. 1940'larda sinema salonlarının ilanlarında, filmleri methetmek için kullanılan ve çoktandır unutulan ‘Sanat Güneşi’ sıfatı, 1967'de birdenbire Zeki Müren ismine ekleniverecekti.
Aslında 1967, bir duraklama devrinin başlangıcını işaret ediyordu Zeki Müren tarihinde. Yine aynı sene Bodrum'u keşfetmişti. Çok geçmeden oraya yerleşecek, 1984'te son konserini orada verecek, 1990'larda inzivaya orada çekilecek, Halikarnas Balıkçısı'ndan sonra Bodrum'un ikinci sembolü olacaktı.
Televizyon 1970'lerin ortasından başlayarak her eve girip ülkenin yeni güneşi haline gelince, tıpkı bir zamanlar radyonun yaptığı gibi, kendi yıldızlarını yaratmaya girişti. Televizyon kültürü baskın hale geldikçe, sinema ve gazinoların ipi çekiliyordu. Zeki Müren'i zirveye taşıyan araçlar birer birer tedavülden kalkıyor gibiydi. 1970'lerin sonuna kadar direndi, plak doldurmaya devam etse de, sahneyi bıraktığını açıkladı, birkaç özel Bodrum Kalesi konseriyle, arada sırada TV programlarıyla 30 yıllık bir efsanenin son rötuşlarını tamamladı. Doğrusu 1980'li yılların sonundaki vasiyet şarkısı da, her efsaneye nasip olmayan, müthiş bir finaldi: "Dertli gönüllere giren / İşte benim Zeki Müren".
1996'da, Bodrum'dan zorlukla kalkıp gittiği İzmir'de, Kültürpark TRT stüdyosundaki bir çekimde, 42 yıl önce profesyonel olarak sahne aldığı ilk saz bahçesinin birkaç yüz metre ötesinde kalbi durdu. Doğduğu toprağa, Bursa'ya gömüldü.
Sağlığı gitgide bozulmuş, kendini tamamen hastalıklara bırakmıştı, ama en parlak yıllarında dahi ölümle hep hesaplaşma halindeydi. Ölümden değilse de, galiba erken ölmekten korkuyordu. Marilyn Monroe'nun intihar ettiğini öğrendiğinde üzüntüden kahrolmuştu. 1963'te, çok merak ettiği ABD’ye ilk defa bir seyahat yaptı. New York'a, Las Vegas'a gitti, gece kulüplerini, varoluşçu lokantaları, kumarhaneleri, süpermarketleri, otelde renkli TV'yi, sinemada ‘Arabistanlı Lawrence’ı, ‘Kleopatra’yı gördü, mumya müzesinde Liberace'ın mumyasıyla fotoğraf çektirdi, J.F. Kennedy suikastının derin şaşkınlığını yaşadı, ama en çok Marilyn Monroe'nun duvar mezarlığındaki kabrinden etkilendi, bir buket çiçekle başında saatler geçirdi. Günlüğüne şu satırları düştü: "Amerika'da her şey zannettiğimden büyük. Kabir hariç."

Tempo

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder