4 Nisan 2015 Cumartesi

“Demokrasiye olan inancımın kaynağında da Zeki Müren abi var”


“Ben hayatta en çok oğlumu sevdim”

Mustafa Alabora, yaşadıklarını bir nehir söyleşi kitabıyla paylaşıyor. 1946’da başlayan yaşamı bir kuşağın, bir kentin yolculuğu ama bana kalırsa bir babanın oğluna duyduğu sonsuz sevginin her satır arasında kendini hissettirdiği bir hayat hikâyesi.

EFNAN ATMACA/Radikal

Magazinin ağına takılmamış sanatçıları tanımanın en iyi yöntemlerinden biri nehir söyleşiler. Elbette sadece sanatçı olmak okuması keyifli bir hayat hikâyesine sahip olmaya yetmiyor. Hikâyenin içinde sanat, mücadele, bolca tanıdık isim varsa ortaya bir kitap çıkıyor. Mustafa Alabora’nın hayatını anlattığı İşim Gücüm Yaşamak bu örneklerden biri. Alabora’nın hayatında sayısız mücadele, kısmi yenilgiler, kısmi zaferler, bolca tanıdık isim ve tüm bunların yanı sıra dünden bugüne İstanbul’un değişimi var. “Ben eskiyi özlemem; daima ileri bakarım” diyor Alabora kitabında geçmişini anlatırken ancak söz konusu nehir söyleşi uzun bir yolculuk.

İstanbul’da başlıyor Alabora’nın hayatı, Şişli’de, Etfal Hastanesi’nde. Annesi bir tiyatro sanatçısı, babası onu sahnede görüp âşık olan sanatçının deyişiyle “çok parası varmış gibi yaşayan” bir adam. Yolları kesişiyor, evleniyorlar. Varlıklı bir çocukluk geçirmediğinin altını çiziyor kitapta Alabora ama bence haksızlık ediyor. Çünkü maddi olarak olmasa da manevi olarak çok ama çok varlıklı bir çocukluk geçiriyor. Dayısı ünlü bestekâr Selahattin Pınar, teyzesi oyuncu Melahat İçli, çocukluğu Zeki Müren’in yazlığında geçiyor, babasının arkadaşları dönemin ünlü ve önemli isimleri... Üstelik baba tarafından ünden ziyade farklı hikâyeler de var. Örneğin babaaannesi Mihriban Hanım bir müteahhit. Baba tarafının Mustafa Kemal’e büyük saygı duyan, Batılı yaşam tarzını benimsemiş bir aile olduğunu anlatıyor Alabora, anne tarafı zaten sanatçı. Dolayısıyla onun da oyuncu olması sanki kaderi gibi görünüyor. Çocukluğu şehrin kalbinde geçiyor Alabora’nın. O yılların İstanbul’u kitapta başrolde.

Konservatuar yılları
Çoğumuzun büyüklerinden dinlediği, bazen kulağa masal gibi gelen pek çok anısı var Alabora’nın çocukluk günlerine dair. Anılarda Ermeni teyzeler, Yahudi kankalar, Arnavut takım arkadaşları var... O dönem İstanbul’unu yaşayanların keyifli anıları Alabora’nın çocukluğuna da damgasını vuruyor.

Sonra konservatuar yılları başlıyor. Aileden gelen tanıdık isimlerinin yanına okulda yılları ilerledikçe tiyatroya başladıkça yenilerini koyuyor Alabora. Yıldız Kenter başrole çıkıyor, Halil Ergün var anılarında sıkça, Yılmaz Güneyli olanların tadı bir başka. Kendisini tanımam ama okuduklarımdan yorumladığım kadarıyla hep bir asi tarafı var Alabora’nın. Bu taraf onu siyasetin de içine sokuyor. Deniz Gezmiş giriyor anılarına, Mahir Çayan çok önemli onun hayatında. Hapse düştüğü yıllar Türkiye’nin demokrasi tarihinin de anlatımı. Sonra ebedi dostları var; Müjdat Gezen, Savaş Dinçel... Hep cömert bir insan Alabora. O yüzden dostları da çok, onlarla paylaştığı keyifli hikâyeleri de. Ailesindeki ünlüler Mustafa  Alabora’ya bitmiyor. Hala kızı Derya Alabora da var anılarında ama en çok, “Ben hayatta en çok oğlumu sevdim’’ dediği Memet Ali... Alabora’nın hayat hikâyesinde nasıl İstanbul’un dünden bugüne elli yılını izliyorsak, nasıl tiyatrodaki yapıtaşlarının yerlerinden oynadığını görüyorsak ve gencecik sosyalistlerin yok oluşlarıyla değişimlerine tanıklık ediyorsak bir baba ile oğlun sımsıcak ilişkisini de hissediyoruz. Birlikte büyüyen bir baba ile oğlunu hikâyesi onlarınki. Sorulara cevap verirken hep Memet Ali’ye atıfta bulunacak bir şey buluyor Alabora. Satırlardan ona sevgisi ve belki de özlemi geçiyor okura. Bazen tamamen zıt olduklarını görüyoruz bazen kim baba kim oğul karıştırıyoruz. Mustafa Alabora’nın 1946’da başlayan kişisel ve sanat yaşamı bir kuşağın, bir kentin yolculuğu ama bana kalırsa bir babanın oğluna duyduğu sonsuz sevginin her satır arasında kendini hissetirdiği bir hayat hikâyesi.

“Demokrasiye olan inancımın kaynağında da Zeki abi var”
· Zeki Müren çok esprili, çok zeki, gerçekten ismiyle müsemma bir insandı. Biliyorsun zaten, homoseksüeldi. Onun bir tane pilot sevgilisi vardı. Yarımburgaz’a geldiği zaman Zeki abi, pilot evin üzerinden alçak uçuş yapardı. Yüzbaşıydı galiba. Bir de şoförüyle bir aşk ilişkisi olmuştu. Onun dışında pek hatırlamıyorum. Böyle meseleler benim yanımda konuşulmazdı; ama meraklıydım işte! Onlar teyzemle konuşurken çaktırmadan yatağın altında girer, dinlemeye çalışırdım. Benim akranım bir sürü insan homoseksüelleri küçük görür, onlardan rahatsız olur. Bugünden bakınca belki de homofobik olamamam çok küçük yaşta Zeki abiyi tanımam hasebiyledir, diye düşünüyorum. Bu açıdan bakarsak demokrasiye olan inancımın kaynağında da aslında Zeki abi var! Sonra İsmet (Ay) abi var... Onlarla büyüdük biz.

· 1 Nisan Savaş’ın (Dinçel) doğum günüdür. Müjdat (Gezen), onun vefatından beri her sene anma töreni yapıyor. Ben gücümü toplayıp da gidemedim hiçbirine... Öldüğüne o kadar kızmıştım ki! Dördümüz birbirimize kağıt vermiştik; yetmişinden önce kimse ölmeyecek diye. Kağıt bile imzaladık. Ama Savaş, namussuz, kağıdın altına şu notu düşmüştü: ‘Daha önce ölenlerden mesuliyet kabul edilmez.’’’

· Ulaş (Bardakçı), Levent’teki baskından kaçmayı başardı. Ertesi gün bizim evin kapısı çalındı. Açtım; Rıza diye bir çocuk. ‘Ulaş arabada bekliyor, burada saklansın’ dedi. Önce anlamadım, çünkü Rıza’yı tanımıyordum, polis sandım. Ulaş’ı da ilk defa görüyorum, ufak tefek bir çocuk... Örgütten olduklarını anlayınca içeri aldım. Çok yorgun gözüküyordu. Hiç unutmuyorum, babam sohbet ederken Ulaş’ın yanağını okşamıştı. O sahne şimdi bile içimi burkar durur. Ulaş kalsın. Kalsın; ama bizim ev, küçücük, iki göz oda. Bir de, ben ne kadar vazgeçtim dediysem de evimiz o kadar güvenli değildi. Bunları düşünürken aklıma bir anda Lale geldi. Lale, iyi bir arkadaşım, sağlam bir kız. Ulaş bizde biraz dinlendi. Beş, altı saat sonra alıp Lale’ye götürdük. Orada da vuruldu.

· Jack Nicholson, bence dünyanın en büyük oyuncuların biri; en büyüğü belki de! Ama sen Jack Nicholson’a Güneydoğulu bir adamı oynatamazsın. En aşağı iki üç sene yaşaması lazım; gözlem yapması lazım orada. Rahmetli Sadri (Alışık) abiye Shakespeare oynatmaya kalktıklarında sormuş: ‘Ben nasıl oynayacağım? Böyle adamlar hiç görmedim, tanımıyorum ki!’ O kadar doğru bir yorum ki bu. Ben de bu yüzden oyunculuğun evrensel bir meslek olduğu görüşüne katılmıyorum. Benim örneğin, bir Kızılderiliyi oynayabilmem için gibi bir kabile hayatı içinde, onlarla birlikte yaşamam gerekir.

İŞİM GÜCÜM YAŞAMAK
Mustafa Alabora Kitabı
Sevecen Tunç
Heyamola Yayınları
2015, 256 sayfa, 20 TL.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder