9 Şubat 2014 Pazar

Ceren Moray: Aç kalmaktan korkmuyorum, boş ver polisi!

Ceren Moray'la Sevgililer Günü'nde gösterime girecek ilk filmi 'Bi Küçük Eylül Meselesi' vesilesiyle buluştuk; Twitter'da kullandığı dilden sansür yasasına, Şamil Tayyar'dan Gezi'ye uzandık...


“Yaşın küçükken tüketmeye daha yakın bir yerdesin ya… Artık emeğe daha çok inanıyorum ben, mucizenin o olduğunu düşünüyorum.”
Ceren Moray, kendine dışarıdan bakınca, nasıl bir değişim geçirdiğini böyle özetliyor. 2012’de ‘İşler Güçler’ dizisinde asla yalan söyleyemeyen bir karakteri canlandırıyordu ve karakterine gelen yorumlardan sonra şöyle demişti: “Toplumda doğru söylemenin ne kadar sevilmediğini anladım.”
Moray’a göre içinde yaşadığımız toplum da bir noktada değişti: “Bir şeyi anlatırken, yalan dışında bir ifadenin üretilmediği bir zamandan geçiyoruz. Belgelerle ispatlanmasına rağmen yalan, yeniden üretilmeye devam ediyor hâlâ. Toplumun ne kadar değiştiğinin bir tezahürü gibi görüyorum sansür yasasını. İnsanlar artık doğruyu öğrenmek istedikleri için, medyayı, sosyal medyayı o kadar zorluyor ki yıl olmuş 2014, buna rağmen sen böyle ilkel bir yola giriyorsun. İnsanlar kararlı ve doğruyu istiyor! Vermemek için kendi dilini değil, senin yalan söylediğini ispat eden yüksek sesi kesiyorsun. Az gelişmiş bir çocuğun refleksleriyle kurulmuş gibi kurgulanıyor memleket.”
İlk sinema filmi ‘Bi Küçük Eylül Meselesi’ vesilesiyle sohbete oturduğumuz Moray anlatıyor.

30’una 2 kala nasıl hissediyorsun kendini?

Şöyle cümleler kurmaya başladım: “Sonuçta yetişkinim… Bunu da yapmayayım artık...”

Bu dediğin nedir?
Mesela, bir şeyi hayatından hemen elemek, yanına hemen etiket koymaktan bahsediyorum. Her şeye ve herkese zaman tanımak, bir şeyler öğrenmeye çalışmak, kendi üzerindeki tezahürünün ne olduğunu tespit etmek ve onun altını çizmek daha önemli geliyor artık. Bireyin kendi kendine var olabilmesini ve yalnızlığının kendine yetmesini daha çok önemser oldum. Eskiden karşımdaki insanla, tavrından, biçiminden, bir cümlesinden dolayı yolumu ayırıyordum ya da ilişkimiz “merhaba” resmiyetine iniyordu. Artık, “Tamam ama şusu da var, sevecek bir şeyleri var, olmalı” diyebiliyorum. Sabırsızlığın kendine, sabrın herkese yöneliyor. Böylece beklenilen, zorlanılan tahammülsüzlük noktasına, kendisi için kurgulanmış bir biçimde gelmemeye direniyor insan. Yalnızlaşmaya inat, çok oluyorsun.

Ne oldu da bu yola girdin?

Yetişkin oldum. Ama şu da var: Ruh ve akıl yaşım arada çarpışıyor ve “Bunu yapmak için fazla gencim” ile “Bunun için de artık yaşlıyım be” cümlelerini aynı anda kurabiliyorum. O yüzden aslında eğlenceli bir dönem. Hem öğreniyorsun hem sağlamanı biraz önce yaptığın için kendine de inanıyorsun. Bilinçlenmek için yeterli motivasyon üretiyorsun böylece.

İki yıl önceki söyleşimizde “Hayatımın istediğim kıvama gelmeye yakın bir yerindeyim” demiştin. Geldin mi oraya?

Gezi sayesinde geldim ve iyi hissediyorum.

Direndin günlerce…

Yapacak başka bir şey yoktu çünkü. Memur bir ailenin tek çocuğu, sülaledeki tek kızım, prenses gibi yetiştirildim (Gülüyor). İlk kez böylesine bir kopuş yaşadım ve benim için milat oldu. Gezi’nin ilk günü, çatıştık, çatıştık, çatıştık. Sabah 05.00 olmuş, taksiye bindim. Eve giderken, Beşiktaş ’ta şiddeti azalmamış bir polis müdahalesinin ortasına düştüm. Ya orada durup eve yürüyecektim çünkü taksinin ilerlemesi mümkün değildi ya da çarşıya gidecektim.Eve gidip uyuyamayacağımı, rahat edemeyeceğini, tekrar aşağı inmek isteyeceğimi bildiğimden Beşiktaş’ta kaldım ve ondan sonra her şey koptu zaten. 10-15 gün girmedim eve.

Ve…

Ve bu beni kendimle tanıştırdı. Bütün bunları halledebilecek kadar cesur, bütün bunları göze alacak kadar korkusuz olduğumu fark ettim. Bunu herkes yaşadı, sen de yaşadın, biliyorum. Türkiye ’de öyle bir şey oldu ki birçok insan, bir şey üretmeksizin kendinde sağladığı özgüvenin kendini ifade etmesi için şart olduğunu dikte eden bir kültürde, bu türden bir özgüvenin altının ne kadar boş olduğunu, asıl özgüvenin, bireyselliğinden değil topluluklardan aldığı bir güce denk geldiğini anladı.

Gezi sonrası başka bir farkın?

Akaretler’de polis beni tanıdı. “Su Hanım (‘Kavak Yelleri’ dizisinde canlandırdığı karakterin adı) korkmayın” dedi. Ben de “Oradan korkmuyorum zaten, sizden korkuyorum” deyince, “Ihııhhhı bizden korkmayın ya” dedi.

Ne yanıt verdin?

“Hadi oradan!” Ben bunu bir polise dedim.

Bunda anormal olan ne?

Su Hanım kim? Ceren Moray. İnsanlar seni tanıyorsa, topluma mal olmak diye saçma bir hikâye var ya, dikkat etmek zorundasın her şeyine. Polis beni tanıyor ve bu anlamsız baskıya rağmen bunu yapabildim. Polis “Korkmayın” dedikten sonra ancak “Eyvallah” deyip gidebilirdim eskiden; gözünün içine baka baka o yanıtı veremezdim. Açıkçası ben aç kalmaktan da korkmuyorum artık, boş ver polisi! İşsiz kalmaktan da korkmuyorum. Hallederiz… Birlikte olunca her şeyin halledildiğini gördük.

Şamil Tayyar, ‘Kavak Yelleri’nin Türk aile yapısını bozmak kastıyla bilinçli olarak kurgulandığını söylemiş, sen de “Türk aile yapısı derken; ensestin bol olduğu, evlenme yaşının 12-13’e düştüğü, sokak ortasında karısını öldüren adamın ceza almamasının bir başka ‘sinirli’ kocaya cesaret verdiği, tecavüzcüsünün çocuğunu doğurmak zorunda kalan kadının isyanına karşı devletin, ‘Biz bakarız’ diye tecavüzcüyü aklaması aklıma geliyor” yanıtını vermiştin. Buna ekleyeceğin bir şey var mı?

Geçenlerde, Bebek’te bir adam çantasını almak için kadını yerlerde sürükledi, başını kaldırım taşlarına vurdu. O akşam TV’ye çıktı bir yetkili, “Gereken yapılacaktır, yakalanacaktır” filan dedi. “İnsanlara söylemek istediğiniz bir şey var mı?” dediklerinde de aynen şöyle dedi: “Öyle bir durumda çantanızı bırakın, kesinlikle direnmeyin.” Sen çantanı bırakacaksın, ben çantamı bırakacağım ve o adam yüreklenecek! Şamil Tayyar meselesi de buna benziyor aslında. Ama mesele burada Şamil Tayyar, ‘Kavak Yelleri’ ya da ahlak bilmem nesi değil. Mesele ahlak üzerinden bir argüman üretmek! Bu hiç değişmiyor, ne ekleyeyim?

Haklısın. Peki Uludağsözlük’te açılan “Ceren Moray tarzı solculuk” başlığına ne diyorsun?

Sanırım biraz ergen gibi bir dilim var benim, lise terk (Gülüyor). Sanki salonumda yaşayan biriyle konuşuyormuşum gibi, ayağımda terlikli... “Bana balık verme, balık tutmayı öğret” lafı var ya... Hikâye şöyle bir yere geldi: “Balık verme de ne demek? Sana ne yiyeceğini ben vereceğim, o da balık değil!” Bu noktadan sonra bana da “Başlarım senin balığına” demek düşüyor, hal böyle olunca, dil ergenleşiyor, seviyesizleşiyor dil mecburen. Karşındakiyle anlayacağı dilden konuşmak zorunda kalıyorsun. Bendeki öyle oldu. Yanı sıra, pervasızlık da kötü değil bence. Yıllardır o kadar kontrollü ola ola nereye geldik, görüyorsun…

Twitter’da yapımcıya, yönetmene sert bir yanıt verirken mesleğine dair en ufak dahi olsa bir kaygı duyuyor musun peki? Çünkü ileride onunla çalışma ihtimalin…

Hayır, öyle bir ihtimal yok. Onlarla çalışmam. Bu camiada kariyer yapmak ya da para kazanmak dediğimiz şey bir cip ya da Boğaz’da bir yalı almak üzerine olmamalı, kiminle çalışacağını seçebilmek için olmalı. Benim bütün çabam, kiminle çalışacağımı seçmek için, yalı almak için değil.
...
Yaşlı mısın sence?

Kırışıklık kremlerinin bir işe yaramadığını anlayacak kadar yaşlı ama bunu önemsemeyecek kadar gencim aslında. Ama gerçekten emeği daha önemli bir yerde tutmaya başladım. Gençken tüketmeyi daha normalleştiren bir yerde duruyorsun ya, adil olanın ne olduğunu bilmediğin zamanlar… Şimdi emeğe daha çok inanıyorum, insanın yalnızlaşmasını, bencilleşmesini engellemek için bir mucize aranıp bulunacaksa buradan başlanabilir. Çünkü modern zamanda emeğin değeri, kişinin ortaya çıkardığı şeyde değil, o şeyi üreten kişinin kendini, kapasitesini ne kadar zorladığını gördüğü anda aranıyor. Öncelikler başkalaşıyor. Ve emeği esas aldığım bir yerde, “âşık olmak için fazla neşeliyim” diye bir cümle kuramam artık. Sadece kendimle meşgul olduğum bir yaşı geçtim ben...

İpek İzci - Radikal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder