Behzat Ç.’nin son sekiz bölümü çekiliyor; yani Haziran finalinden de vazgeçildi, dizi Mayıs’ı ite-kaka görecek. ‘Kayıp Şehir’ ondan daha beter durumda; bir mucize olmadığı takdirde son üç bölümünü izleme noktasındayız.
Her iki dizi, benim 2012’den 2013’e uzanan en başarılı diziler sıralamamda zirvedeydi. ‘Kayıp Şehir’ birinci,
‘Behzat Ç.’ ikinci...
Hâl böyleyse bizim için de televizyon eleştirmenliği açısından yavaş yavaş yolun sonu görünüyor demektir!..
Yeni reyting sisteminin seyirci kategorizasyonunda muhafazakârlık katsayısını artırma yönünde koyduğu ağırlığın da etkisiyle ortaya çıkan tabloyu bir cümleyle özetlemek gerekirse şu söylenebilir: Türkiye’de televizyon, eskiden az da olsa varlığı mevcut ‘eleştirel akıl’ı artık hiç kaldırmıyor.
Alışılmadık, aykırı, sıradışı, farklı ve uçlarda olanlara, yani ‘boyalı kuş’lara ekranda yer yok.
Jerzy Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’ romanını bilmem okudunuz mu? İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesinden kopan bir Yahudi çocuğun sarı saçlı-mavi gözlü insanlarla dolu Doğu Avrupa köylerinde oradan oraya sürüklenişini, hırpalanışını, nefret, zulüm ve şiddete maruz kalışını iç kıyıcı betimlemelerle anlatır. Tabii esas anlatılan insan dünyasında farklı, başka, öteki olmanın bedelidir. ‘Boyalı Kuş’ başlığı da bunu işaret eder ve romanda geçen bir olayla şöyle netleştirilir: Yanına sığındığı köylülerden kuşçulukla uğraşan biri, ormanda yakalayıp rengarenk boyadığı kuşları ayrıldıkları sürüye katılmaları için salar. Heyecanla kanat çırpıp sürüsüne geri dönen kuşu boyalarından dolayı yadırgayan ve kendilerinden saymayan diğer kuşlar gagalayarak parçalayıp aralarından atarlar.
‘Kayıp Şehir’ ve ‘Behzat Ç.’ bizim televizüel coğrafyamızın ‘boyalı kuş’ları. Onlar, ‘eleştirel akıl’la boyalı oldukları için itaatkâr aklın asli rengini oluşturduğu ‘kuş sürüsü’ içinde didiklene-gagalana dışarı atılma noktasına geldiler. Bu bakımdan her iki dizinin, ekrana gelmesiyle gitmesi bir olan
veya bir süre tutunup sonra yayından kalkan diğer dizilerden önemli mahiyet farkları var. Gerek reji, gerek oyunculuk, ama esas senaryo açısından Türkiye dizi film tarihinin unutulmazları arasına girecek diziler bunlar.
Bilmiyorum çok mu alâkasız olacak ama ben burada Türkiye’nin hatırı sayılır bir ‘yazılı kültür’ tarihine/birikimine sahip olmamanın bedelini ödediğini de düşünüyorum. Eleştirel aklı geliştiren, kurumsallaştıran, toplumsallaştıran yazılı kültürdür çünkü.
Binlerce yıllık ‘sözlü kültür’ aşamasından sonra 400 küsur yıllık ‘yazılı kültür’ sürecinden de çıkıp 20’nci yüzyılda ‘görsel kültür’e geçiş yapan Batı’da da ‘seyrin hafifliği’ kuşkusuz alabildiğine yaygın. Ama yazılı kültüre, okumaya dayalı miras yine de bir ‘sigorta’ olarak hayatın akışında etkili. O yüzden öyle diziler çıkıyor ki edebiyat, toplumsal eleştiri, kültürel çözümleme ekrana taşınmış diye düşünüyorsunuz. Türkiye’de ise bu nitelikte tek-tük çıkan çalışmalar, böyle bir ‘sigorta’ olmadığından ‘boyalı kuş’ durumuna düşmekten kurtulamıyor.
Çünkü Türkiye, yazılı kültürle ‘terbiyelenmeden’ sözlü kültürden görsel kültüre ‘sıçramış’ bir toplum.
Tayfun Atay - Radikal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder