İnternet’e düşen, ölümünden önceki son görüntülerinde Hopalı öğretmen Metin Lokumcu’nun “Yeter be, bunalttınız beni” diye bağırışı, Edvard Munch’un ‘Çığlık’ tablosuyla örtüşüyor zihnimde. Bütünlük dayatmasıyla yeryüzünü tek bir düşünce etrafında örgütlemeye ve eline geçirdiği her şeyi iliklerine dek sömürmeye çalışan iktidarın tonalitesine karşı atılan bu çığlık, bir bıçak gibi parçalıyor tüm ezgiyi bir an. Ardından hiçbir şey olmamış, sanki çığlık atılmamış gibi, kaldığımız yerden devam ediyoruz egemen ton içindeki gündelik işlerimize. Fakat çığlık bir kez atıldıktan sonra artık hiç bir şey eskisi gibi kalamıyor. Havada ya da tabloda asılı kalan çığlık aslında başka bir duyguyu, ferahlama arzusunu bulaştırıyor her şeye; tek notalı egemen tonun boğucu havasından kurtuluşu müjdeliyor: “Başka gezegenlerin esintisini duyuyorum içimde.”
Arnold Schönberg’in ilk atonal kompozisyonu olan, 1908 tarihli 2. Yaylı Çalgılar Kuarteti’nde soprano, Alman şair Stefan George’un yukarıdaki dizeleriyle başlar özgürlük yolculuğuna. Aslında yanlış bir adlandırmadır ‘atonal’, zira notasız demektir. Oysa, tek bir notanın etrafında gelişen tonalitenin aksine, tüm notaları, on iki notayı birden kullandığı için ‘pantonal’ deyimini daha fazla hak ediyor. Tek bir notanın etrafında örgütlenen armonik düzen duygusundan bu kopuşla birlikte artık evin hâkim tonundan tamamen uzaklaşılıyor. Başka dünyaların esintilerini duyumsuyor insan. George’un dizeleriyle müziğin pantonal havası örtüşür birbiriyle: “Eriyip gitmişim notaların içinde, dolaşıyorum, dokunuyorum.”
On iki notanın da eşit hakka sahip olduğu pantonal ya da on iki ton müziğe doğru giden yol üzerindeki uğrak noktalarını anlatır kitabında Anton von Webern: “İlk bozulmayı, sonatların gelişme bölümlerinde, temel tonun arasına zaman zaman bir bıçak gibi başka tonların girmesiyle görüyoruz” diye yazar (Yeni Müziğe Doğru, Pan). Müzik bağlamında söylenmiş bu sözleri politik bağlama taşıdığımızda nasıl da başka dünyaları özleyen seslere benziyor bu tonlar! Sık sık esas tondan uzaklaşan ve tonalite üzerinde ölümcül etkiler yapan bu tonlar parçanın sonunda ya da başında yer alan kadans denilen bölümde ortaya çıkıyordu çoğu kez; yıkıcı tonların gezindiği kadanslar egemen tonu giderek dağıtıyor ve genişleyerek tüm düzlemi ele geçiriyorlardı. Tek bir notanın egemenliği alt üst edilerek tüm notaların eşit haklara sahip olduğu bir düzlem inşa ediliyordu sonunda.
Evin boğucu tonalitesinden uzaklaşmak hiç de kolay değildi başlarda. “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” diye devam ediyor Webern kitabında. Bir türlü evden uzaklaşmayı beceremeyen Alice geliyor aklıma tam da burada (Lewis Caroll, Aynanın İçinden, Can Yayınları). Karşıdaki tepeye ulaşmak için önünde uzanan kıvrımlı yolların hangisini denerse, her seferinde başlangıç noktasında, evin kapısının önünde bulur kendisini. Evden, evin boğucu tonalitesinden ve totalitesinden, alışkanlıklardan, genel ahlaktan, hâkim ideolojiden kurtulmak o kadar da kolay değil. Ev o denli işlemiştir ki içimize, nereye gidersek gidelim hep yanımızda taşırız tüm değerlerini. Uzaklaştığımızı sandığımız anda bile birden egemen ton, evin sesi bir bıçak gibi girebiliyor düşüncelerimizin arasına. Ne diyordu Alice: “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim!”
Egemen tonaliteyi dağıtmak, evin boğucu havasından uzaklaşmak kolay olmuyor. “Doğal olarak zorlu bir savaş oldu; en korkunç yasakların, en büyük korkuların yenilmesi gerekti” diyor Webern. “Böylelikle belli bir tona bağlı olmayan parçalar yazılmaya başlandı.”
Evin ağır tonalitesi boğuyor bizi. Ne var ki yeryüzüne tüm ağırlığıyla abanan egemen tonun sömürücü, yağmalayıcı, fetihçi havasını parçalayan yıkıcı tonların çoğaldığına da tanklık ediyoruz günümüzde. Egemen tonaliteyle bağlarını koparmış bu yıkıcı tonların daha eşitlikçi, daha özgür, doğayla daha barışık kadanslar halinde genişleyeceklerini ve egemen tonaliteyi top yekün alaşağı edecekleri umudunu taşıyoruz içimizde. Temsilcileri sayesinde tüm yaşama gücümüzü, yapabilme erkimizi teslim alan iktidarın icra ettiği egemen tonalite karşısında, kadansların bir bıçak gibi havayı parçalayan yaşam dolu çığlıklarını duyabiliyoruz.
Rahmi Öğdül - Birgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder