30 Mayıs 2011 Pazartesi

Yaşasın kaos, yaşasın özgürlük

Sevgili arkadaşlar, ödevimin bir parçası olarak bu kürsüde kısa bir konuşma yapmak durumundayım. Vaktinizi çok almak istemem, dileyen detaylı bilgileri profilimden öğrenebilir.

Ödev konum; “Kaos arifesinde ahenk”. Topu topu üç sözcüklük bir tanımı anlayabilmek ve anlatabilmek için aylardır araştırma yapıyorum. İşin içine daldıkça bugün (neyse ki) hiç anlam veremeyeceğimiz öylesine tuhaf bir dönemle karşılaştım ki.

Bir çoğunu siz de biliyorsunuz bu hikayenin. Oysa bilmek anlamak için yeterli olmayabiliyor. Ben kaos arifesini 200 yıllık bir süreç olarak görüyorum. Çoğunlunlukla “Teknoloji Çağı” denilen, tekelci kapitalizmin doruğa ulaştığı dönem.

Çok komik. Bu dönemde insanların büyük bölümü tütün bitkisini yakarak dumanını soluyordu. Aylık gelirlerinin bir kısmıyla tütün ruloları satın alıyor daha sonra bu ruloları yakıp, her parçası hücre yapısını ve dolaşım sistemi tahrip eden zehirli bir dumanı soluyorlardı. Ne kadar ilginç değil mi? Zararlı bir dumanını ciğerine çekerek kendini öldürmek için paranı harcıyorsun. Şu anda gülüyoruz ama teknoloji çağının insanları bunu “normal” karşılıyordu.

Kaos öncesi dönemin tamamında “bilinmezlik”, “sürdülebilir sömürü”nün hizmetindeydi. Şimşeği, yağmuru, doğumu ve ölümü anlayamayan insanlar yüzyıllar içinde gökyüzünden ve doğadan esinlenen büyük destanlar yazdılar. Bu destanların tamamında her şeyi gören ve tartan adil bir yaratıcı vardı. Bu yaratıcının en büyük hobisi insanları sınamaktı, hatta sırf sınamak için yaratmıştı onları ve kimse çıkıp ona her şeyi bildiği halde niye sınav yaptığını soramıyordu. Üretim araçları gelişip insanlar yerleşik hayata geçtikçe ahenk döneminin meşhur çarpıtılmış mülkiyet kavramı doğdu. Toprak en kutsal mülkiyetti ve sınırları tartışmasız kılmak için ekonominin yürümesi, emekçilerin emek dökmesi, servet bir yerlerde birikirken kölelerin itaat etmesi gerekiyordu. İşte bu “bilinmezlik” öyküleri zamanla, yorgun emekçileri avutacak ve sömürecek organize sistemlere dönüştüler.

Bilinmezlik tacirlerinin toprak sahipleriyle dostluğu artarak devam etti. Zamanla sahiplenilmiş topraklar devletlere, bilinmezlik tacirleri dokunulmaz varlıklara dönüştüler. İnsanlar sürekli tetiklenen bir korku kültürüyle büyüyor; korkuya karşı “bilinmezlik cemaat”lerinin sahte koruyuculuğuna sığınıyorlardı. Bu komik durum, her bir bebeğe doğdugu günden beri dikte edildiği için hayatın en “normal” hali olarak sayılıyordu.

O çağlarda “eşcinsellik” gibi kavramlar vardı. Bir erkek bir başka erkeğe veya bir kadın bir başka kadına karşı duygusal veya bedensel arzu duyarsa; o kişi “eşcinsel” diye adlandırılıyor ve “normal”lerden ayrıştırılıyordu. Eşcinseller ya bu kimliklerini gizliyorlar ya da kendi içlerinde kapalı bir toplum oluşturuyorlardı. Kavram bir damga gibi sizi takip ediyor, kimliğiniz olmaya zorlanıyordu. O dönemde atalarımız cinsel isteklerine göre sosyal kategorilere dahil ediliyor; eşcinsel, biseksüel, hetero vs gibi tanımlara hapsolup kendilerini korumaya çalışıyorlardı.

Zamana ve mekana karşı kiracılığımız apaçık bir gerçek olduğu halde sevgi bile “mülkiyet” haline gelmişti. Bir adama, bir kadına duyduğu yoğun duyguyla bir domatese duyduğu duygunun temelde aynı olduğunu söylesek buna ya güler ya da kızardı. “Yuvayı dişi kuş yapar” diye bir söz vardı ve bu söz aslında vajinanın hem kadını, hem erkeği köleleştiren bir “yuva” olduğunun tescili gibiydi. Aşk bir iyelik eki vahası olarak gücünü hormonlardan alıyor ve insanlar aşkla ateşlenen enerjilerini mülkiyet dolu bir sistemi devamlı kılacak küçük yuvalar yaratmak için harcıyorlardı. Herkesin herkesi sevmesi en büyük suç ve en büyük ayıptı. Lütfen gülmeyin.

Teknoloji çağının tuhaflıkları saymakla bitmez. Ölü hayvan yeme tutkusu, ölü hayvanları yerken kendi vücutlarına bile bile zarar verme veya neredeyse doğuştan başlayan ve şu andaki sisteme hiç benzemeyen bir “köle” eğitim (daha doğrusu “üretim”) sistemi, o abukluklardan birkaçı.

Utanmazlıkların en sefillerinden biri, adına “seçim” denilen bir şamataydı. Buna göre, farklı olmaya yeltenenlerin dahil edilmesine asla izin verilmeyen bir yarışta birbirinden temelde hiçbir farkı olmayan adaylar çıkıyor; seçilen adaylara 4-5 yıl gibi bir süre boyunca seçenleri “idare” etme yetkisi veriliyordu. Bunu bir koyun sürüsünün çobanını seçmesi gibi düşünebilirsiniz. Seçecek aklın varsa niye bir çobana ihtiyaç duyuyorsun be koyun kardeş?

Kaos arifesinde insanlar hayatın tasarlandığına inanıyor ve buna “ahenk” diyorlardı. Zaten aksini düşünmeleri imkansızdı; eğitim, kutsal aile, seçim sistemi, otorite ve bilinmezlik tacirliği, aksi düşünceleri olan kişileri yok etmek konusunda tamamen mutabıktı.


Bu konuşmayı nasıl bitireceğimi bilmiyorum, az önce kürsüye çıkarken nasıl başlayacağımı da bilmiyordum. Bilinmezlik durumu bizleri korkutmuyor aksine güçlü kılıyor. Yaşadığımız bu çağı biz seçmedik, bu bedeni biz seçmedik, bizim adımıza seçen de olmadı. Hepimiz hayat denilen denizin içinde bir avuç suyuz. Bunu bildiğimiz anda denizin tamamı oluyoruz, reddettiğimizde ise bir avuç deniz peşinde koşan bir zavallıya dönüyoruz.


“Ahenk” ve “kaos” aynı şeyleri anlatan ama taban tabana zıt biçimde anlamlandıran iki karşıt sözcük. Kaos, teknoloji çağının zirvesinde ve “ahenk”e inananların en güçlü olduğu anda birden başladı. En tahmin edilmez anda sistemin tüm çivileri söküldü. Çünkü aslında o paslı sistemin düşünce denetiminden başka hiçbir çivisi yoktu.

Zihniniz açık olsun sevgili dostlarım, bu çok önemli.

Bir gün, eğer unutur ve aptallaşırsak; o hayali çiviler tekrar çakılır ve dünyamız yeniden ahenk denilen yalanın esareti altına girer. Bir anda yok olan çiviler, bir anda ortaya da çıkabilirler. Çünkü çivilerin hepsi kafamızın içindedir. Ve çünkü her gün, bir sonraki günün arifesidir.

Son sayı yoktur, o halde son devrim de yoktur. Yolda olmak “ulaşmak”tan güzeldir. Devrimci kalmaktan hiç vazgeçmeyin. Yaşasın kaos, yaşasın özgürlük.


ATEŞ İLYAS BAŞSOY - Birgün

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder