Sabah annem aradı- gece boyunca lapa lapa
kar yağmış memleketimde-
toprağın tüm canlılığını örtmüş.
Sanırsın ki, her şey ölmüş.” diyor annem,
“oysa, sadece kış geldi.”
Memleketim, Finlandiya, Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, çoğu ülke gibi yeniden ve yeni bir aynaya bakmak zorunda kaldı. Özellikle kolektif olarak, kendi kültüründeki tuhaflıklarla göz göze gelmek kolay değildir. Diğer, -kendilerine göre daha medenî olan- ülkelerin gözüne, ‘şu garip halk’ Finlerin, durmadan sauna yapıp, ortalıkta çıplak dolanması, ‘ilkel davranışlar’ olarak görünmektedir. Şu aralar da, bunun tartışmaları sürmekte.
Orada durum öyle. Bu memleketteyse, son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biri, örtü oldu, daha doğrusu ‘türban’: Bir kadın, kumaşlara bürünsün mü, bürünmesin mi? Erkeklerin açılıp, kapanması üstüne tartışacak kimsecikler olmadığından, bu hep bir “kadın meselesi” olarak algılandı. Sahiden, öyle mi?
Meseleye nereden bakarsak bakalım, olayın ahlakî yükünden kaçmak mümkün değildir. Geçen yüzyıldaki ideolojik deneylerden kalma yan etkileri göze almış bulunsak da, evrensel değişimler hepimize ulaşır. Eskiden dağınık ve aynı zamanda içiçe seyreden ‘kötülük’le yaşarken, şimdiyse, aynı olgu, içeriği pek de değişmeden bölünüp, polarize hale gelmiş ve birbiriyle yarışan iki dizgeye odaklanmıştır; faşizm ve kapitalizme. Her ne kadar birbirlerinden ayrı dursalar da, ortak yanları vardır. Nefretlerinin ortaklığı, her tür farklılığı zayıflık olarak görmeleridir. Faşizm, olan bitene kültürel yoldan yaklaşmayı tercih ederken, kapitalizm ekonomik koşullarını dayar. Faşizmin başarısı, militer özgürlüktür, kapitalizminki ise kolektiviteden ‘özel’e geçiştir. Bu müzmin yoksunlukta, güvensizlikten beslenen, baskıcı demokrasinin önemli kazançlarından biri de, halkların güvensizliğidir. İnsanî değerler, geleneğe bağlanarak, ahlakî bir ortam yaratılır. Refah karşıtı bu olguların her ikisi de ‘cinselizm(seksüalizm)’den faydalanır. Doğru yeri vurgulamaktadırlar. Herkesin ‘derin devlet’i, kendi cinsiyetidir çünkü. En temel iktidar kavgası da oradan çıkar. İnsanların cinsel hayatı politik malzemeye, ‘cinselliğe’ dönüştürüldüğünde, ahlakî bir dil oluşur ve ahlak, bir polis gibi çalışır. Kontrol eder, mesafe alır, duvar çeker, sınır koyar, veya örter.
Gelelim kadınlarımıza... Neden kadın? Kültür taşıyıcılığı görevi kadına yüklenmiş olduğundan, onun koruma altına alınmasıyla, aynı anda tüm toplumun sosyal hayatının da kontrolü sağlanır. Kültürel veya dinî yöntemlerle totaliter bir kontrol mümkün kılınır. ‘Cinsellik’ dediğimiz şey, pornografık tarzda abartılı zorlamalarla, insanların özel hayatlarına girip, ilkel korkular uyandıran, tutuculuğun elinde kolayca silaha da dönüşebilecek olan bir sahadır. İşte bu silaha karşı, bir zamanlar “Cinsel özgürlük” diye boşuna bağırmıyorduk veya “Savaşma. Seviş.”diye... Şimdiyse, bu politikalaşmış ahlakî işaretlere şaşırıyoruz. Aşk meşk de aynı cazibe alanında, bir uşak- efendi ilişkisini model almıştır. İki taraftan, sadistçe bir saplantı… Sistemin belirgin çelişkileridir bunlar; efendisi, uşağının iyiliğini düşündüğünü söylerken, ona bir şeyler yaptırırken kendisi aynı iyilikten faydalanmaz, aynı şeyleri kendi uygulamaz. Kendisini, diğerine ‘özel’ kabul ettirmiştir ki, diğeri oyuna inansın. İlişki, böyle psikosomatik bir hastalık seyrinde ilerler.
Zira, zihinsel iktidarı yaratan unsurların başında ‘hayranlık duygusu’ gelir. Malum müessesedeki ‘karı’ sendromu gibi; ‘karı’lar sorgulamaktan çoktan vazgeçirilmiş yaratıklardır, evin reisi, ‘koca’ için çalışırlar. Ona hayranlık gösterirler, çünkü ona hayranlık duyarlar, o ‘kocalar’, bu hayranlıktan beslenip, kendilerinin üstün bir yaratık olduğuna inanır ve görevlerini, cinselliğin faşizminin sadık askerleri olarak yerine getirirler. Böylece, hem karı, hem koca, toplumlar tarafından görevlendirilmiş halde birbirine destek olur. Bu arada kadınlar, değerli cinsiyetlerini her fırsatta kullanmaktan çekinmez, diğer kadınları zaten yok sayarlar. Erkeklerse, birer ‘seks objesi’ olarak verilmesi gereken hizmeti kusursuz olarak yerine getirmektedir. Faşizmin, bir ‘dans’ gibi ilerlediği böyle zamanlarda sorun yoktur. Erkekler, ‘uşak’ görüneni, elbette korur; iyi bilirler ki onlar, iktidarın da, ahlakın da kurucularıdır; sistemin işbirlikçileri… O aşkın tadı kaçtıysa eğer, suç, erkeklerde de, kadınlarda da değil, faşizmdedir
Cinsellikse, sosyal faşizmin, en tutulan yöntemlerindendir. Bana kalırsa -ki kalmaz-, çaresiz toplumlar, çözümü ‘kadın sömürüsü’nde aradığında, bunun, kültürde mantıksal bir bozukluk yaratacağı açıktır. Çünkü, elimizde olmadan beraber yaşamak zorundayız. Birbirimizin biyolojik yapısını, ötekinin farklılıklarını yargılamadan kabul etmek durumundayız. Fakat, geleneksel kültürlerin değişmemesini garanti altına almış toplumlar, bir muhafaza biçimini dayatmaktan geri durmaz ve bu bayat ‘cinsellik’, çoğu ideolojinin de sadık bekçi köpeği olur.
Mademki, bekçi köpekleri var, o halde birileri gözaltındadır. Koruma altında mı? Öyleyse, kim kimi korur? Tehlikeli olan kimdir? Şu her yere yayılmış, kaçınılmaz güvenlik saplantısı, insanlarda bir ‘savunma’ mekanizması geliştirmiş, depresif bir ‘iyi niyet’e yol açmıştır ki, sahiplendiklerimizi dışarıdaki “kötü dünyaya” karşı koruyabilelim. Zengin bir adam, daha bencil olduğu ve salt kendi güvenliğini düşündüğü için, evini koruyarak gösterir tepkisini; evin etrafına yüksek duvarlar yaparak. Daha geleneksel bir adam, kadınını veya kadınlarını -kumalarını-, kendi güvenlik anlayışı içinde kabul eder ve kadınlarının örtünmesinden yanadır. Mesafe koymanın bir yoludur bu aynı zamanda. Bir şeylere örtünmenin içe dönük, yıkıcı bir yapısı vardır. Bu, kimi zaman da sadece saf bir çaresizlik belirtisidir.
Peki, neden bu güzeller güzeli dünyada insanlar garip garip çaresizliklere kapılıp dursun? Vatandaşlarını sevmeyen yerlerde, cevapları sermaye verir. Birey hakkı üzerine yoğunlaşmış bu sistemin huzurunda, herhalde ‘herkes özgürdür’. Bu ‘Herkes özgürdür’ün ‘herkes’i, salt bazı özel insanlardan ibarettir. Eskiden ‘devlet’ dediğimiz organ, herkese özen gösterdiğinde, belki iyi işlememesine rağmen, insanlarda kolektif bir bilincin oluşmasını sağlardı. Son zamanların kapitalizmi ise, sadece ‘başarılı’, ‘faydalı’ insanları besleyerek, sadece ‘insan’ın değil, kurumların da özelleşmesinin önünü açtı. Ne var ki, ‘özel’ insanlarla, ‘genel’ insanların hayatları arasındaki uçurumun bir vicdan yarası gibi öyle ortalıkta durmaması, göze batıp rahatsız etmemesi için bir sürü örtü yaratmak icap etmiştir. Tarihi örtüler, diplomatik örtüler ve daha niceleri. En kalını da sınıfsallığın ahlakî örtüsüdür; bu vesileyle, insanı önce güvensiz, korumasız hale getirmek, sonra da kabullenilen bu zavallılığın koruyuculuğunu üstlenmek; önce hastalığı yaratıp, sonra ilacı dayamak gibi gayet iyi işleyen bir iktidara ulaşma yöntemi gelişmiştir. Yavaş yavaş, bu onu, şu da bunu örter derken, gözün görebildiği son örtümüz de ‘türban’ olmuştur. Anlaşılan o ki, toplumda en korumasız kabul edilen gene ‘kadın’dır. Ne diyelim, hep öyle olur; “kolay lokma” mantığıyla yönetilir mi bir ülke, bir dünya? Bu krallar, insanı hiç mi tanımıyor? “Öç” diye bir şey var. Bir insana ne kadar edersen, o kadar büyütürsün isyanı. Yöntem işler mi, işler ama, ‘arkaik hesap’ yine hatalı çıkacaktır. Halkta görünen aptallık, sadece yüzeydedir. Aziz Nesin’in, ‘aptallık’ üstüne ünlü lafları halen geçerli. Fakat şu halde, aynı samimiyetle, halkın kadınlarının yüzde sekseninin satılık olduğunu niye kimse söylemiyor diye şaşırıyorum. Halimize bak : “Kadınlar kafasını kapatsın mı kapatmasın mı? Çalışan bir adamın üretimi üzerinden, bir başkası geçinsin mi, geçinmesin mi? Başka, -senin ülken olmayan- bir ülkede, 9 yaşındaki çocuk fabrikada, senin çocuğunun oyuncaklarını yapsın mı, yapmasın mı? Bir adam, karısı da onun gibi hayatın bir parçası olmak istediğinde, onu dövsün mü, dövmesin mi? Bir şey üretmeden, deliler gibi mal tüketelim mi, tüketmeyelim mi? Batılı adamlar, egemen statülerini kullanarak, fakir ülkelerdeki çocuklara tecavüz etsin mi, etmesin mi?” Evet, ne yazık ki, tartışılacak durumlar bunlar... Siz sıkılmadınız mı? Ben de sıkıldım...
Fin ozanı, Eino Leino’nun dediği gibi, “kimse kötü değildir, kimileri sadece zayıftır”. Nihayet, Veysel’in iki kapılı hanında, gidiyoruz gündüz gece… Şu insan, cahil de olabilir, hırsa kapılmış da. Fakat, halkının materyalist bakışını daima korur. Aptallaştırılmıştır, ama aptal değildir. Samimiyet karşısında saygı duyar, kendisini zafere taşımayı beceremezse de, onu içinde saklar ve her fırsatta, azıcık cesaret bulduğunda o samimiyet, zeytinyağı gibi yüzeye çıkar.
Kimbilir, memleketim şimdi nasıl da güzel, bembeyaz bir örtü altındadır... Uyuyor. Annem de çoktan yatmış, uyuyordur ve eminim ki, duvarsız, sınırsız, örtüsüz bir dünya görüyordur rüyasında…
Marx, hepimize rahatlık versin…
riitta
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder