18 Ağustos 2009 Salı

Şeytanın oyununa gelmeyin, Mehmet Beyi dinleyin!

Ruh sağlığı alanında çalışanların danışanları ile sıkça ele aldıkları bir başlık vardır: Kendini kabul edebilmek. Bu başlık neredeyse tüm terapi seanslarının konusudur. Bu başlığı bu kadar önemli ve temel kılan nokta kendini kabul edemeyen insanların çektikleri ruhsal acıların zamanla depresyon ya da yoğun endişeli bir yapıya yani ruhsal anlamda hastalık üretici bir potansiyele sahip olmasındandır.
Kendini kabul edebilmek cidden kolay bir yaşantı değildir. Var olan sistem tarafından aykırı, kötü olarak adlandırılan, "değiştirilmesi ya da gizlenmesi" emredilen yapısal özelliklerimizin ve ruhsal niteliklerimizin her şeye rağmen doğallıkla ve kimliğimizin parçaları olmaları sebebiyle yaşamla bizi bütünleştiren bir varoluşsal coşku ile taşınması demektir.
Kendindeki herhangi bir potansiyelin ya da yapının sistemle çatışması durumunda insan içsel ve derin bir korkuya kapılır. Toplum tarafından dışlanmak, yasalar ya da tanrı tarafından cezalandırılmak, sevdiği insanların onayını ve desteğini yitirmek insanın en derin endişe kaynaklarından biridir. Psikoterapi kuramcıları bu korkunun temelinde küçük bir çocukken yaşanan ve ebeveynler tarafından uygulanan yaptırım ve verilen cezaların bilinçaltlarımızda oluşturduğu ve yaşamımız boyunca sürebilecek olan derin bir endişeden kaynaklandığını söylerler: aileyi kaybetmek. Bu korku küçük bir çocuk için çok gerçektir çünkü içgüdüleri bir bakıcısı olmazsa hayatta kalamayacağını bilmektedir.
Bu içgüdüsel ve küçük bir çocuk için gerçek olan kaygı birçok sistem tarafından kendi yararlarına olmak üzere güncellenmiş ve insanın nasıl olursa kabul görecek bir "vatandaş", bir "birey", bir "kadın", bir "erkek" olacağına ait nitelikler gerekirse yasalar gibi yazılı metinlerde, gerekirse gelenek gibi sözel ve uygulamalı yapılarda uzun uzun ve detaylı bir biçimde açıklanmıştır.
Hepimiz anne babamıza ne diyemeyeceğimizi, toplum içinde ne yapamayacağımızı, yasalar karşısında nasıl bir tutum takınacağımızı çok biliriz.
Bir insan toplum, tanrı ya da yasalar tarafından belirlenen bu niteliklere aykırı hissetmeye ve davranmaya başlarsa yaşayacağı dışlanma ve cezalandırılma anksiyetesi (endişesi) nedeniyle kendi yapısal özellikleri ile çatışmaya girdiğinde iki temel yoldan birini takip edecektir: Ya kendi yapısının ürettiği arzuyu bastıracak ve genel kabul göreni ve dolayısı ile güvenli olanı seçecektir ya da aykırı kalmayı, dışlanmayı, cezalandırılmayı göze alarak kendi yapısal özelliklerini koruma yoluna gidecektir. Yani kişi ya 'kendini olduğu gibi kabul edebilmeye doğru' yürüyecektir ya da derin bir korku ile kaskatı kesilecek ve tüm yolları tıkayacak, herhangi bir anımsatıcı uyaran karşısında yaşadığı endişe ve korku nedeniyle saldırganlaşacaktır. Ancak saldırganlık her zaman dışa doğru yönelen bir duygu değildir. İnsanın aşamadığı engellere duyduğu öfke nedeniyle alevler arasındaki bir akrep gibi iğnesini kendine saplaması sık yaşanan bir olaydır.
Kendini olduğu gibi kabul edebilmek var olan sistem tarafından ciddi bir tehlike olarak algılanır. Çünkü sistemin dengesi en başta herkesin tavizi ve gizlenmesi ile yaratılmış olan kamusal alanın korunması ve bu alana akabilecek olan tehlikeli yapıların durdurulması ile sağlanır. Bu engellemenin insan ruh sağlığı üzerindeki etkileri, sistemin ruh sağlığı kriterlerini yeniden tanımlaması yolu ile denetlenmeye çalışılır. Mutsuz insanlar mutlu olabilmeleri için bu tariflere uymaya zorlanır ve dahasını isterlerse doyumsuz, hasta ve son noktada suçlu ilan edilerek bastırılmaya çalışılır.
Bu basit ve sıradan bir eylem değildir ve sıkça yaşadığımız bir tablodur. Nasıl bir kadın ya da erkek olacağınızı seçmeniz mümkün değildir. Belli sınırları aşmadan kendi özelliklerinizi güncellemek ve açıkça yaşamak adına sunulan seçenekler oldukça sınırlı ve çoğu zaman sıkıcıdır.
Bir insan kendini kabul edebilme potansiyelini harekete geçiremezse kendine karşı öfkeli ve korku dolu bir yapıya dönüşecektir. Artık o kişiyi denetlemek için toplum, tanrı ya da bir yasaya gerek kalmayacak, o kişi tüm denetleme mekanizmalarının işlevini kendi içinde üreten bir yapıya, 'kendi kendinin jandarması' diyebileceğimiz bir kişiliğe dönüşecektir. Tahmin edilebilir ki böyle bir yapının mutlu olmasına ve yaşamı dingin ve üretken bir süreçte var olarak deneyimlemesine imkân kalmamış olacaktır. Erik Erikson'un formülasyonu ile yaşamın son evresi olan ihtiyarlık, benlik bütünlüğü ya da bilgelik yerine umutsuzluk ve yaşam dolu tüm yapılara karşı derin bir hasetle yaşanacak ve bir ömür böyle geçirilmiş olacaktır.
Kuramcılar sorumluluğu yüklenilmeyen bir yaşamda seçebilme özgürlüğü ve yaratıcılığın yaşanamayacağı konusunda oldukça ısrarcıdırlar.
Irvin Yalom "Varoluşcu Psikoterapi" adlı kitabında yaşamdaki sorumlulukları yüklenmemenin en temel yolunu "dış kontrol odaklı kişilik" adını verdiği strateji ile açıklar. Bu strateji, yaşam olaylarının nedenini dış güçlerle tarifler. Yaşadığımız "şey"ler bir tanrı, bir şeytan, bir sistem ya da bir başkası nedeniyle başımıza gelir. Böylelikle biz sorumlu olmayız ancak bu stratejinin yarattığı bir yanılsama olan çaresizlik nedeniyle de acı çekmeye devam ederiz çünkü dışımızda olan bir şeyi değiştirebilme gücümüz yoktur.
Yalom, terapi sürecinden geçen kişilerde iç kontrol odaklılığın yükseldiğini söylüyor. İç kontrol odaklılığı ise kişinin kendi yaşamını yaratmadaki, seçmedeki sorumluluk duygusu ile açıklıyor. Vurgusu oldukça ilginç geliyor kulağa; kendi yaşamımızla ilgili sorumluluk almamak mümkün değildir. Hepimiz en azından 'yaşamımızla ilgili sorumluluğu almama' sorumluluğu ile yüzleşiriz. Yani yaşamsal dürtülerimizi ister kendimizle açıklayalım ister bir şeytanın vesvesesi olarak yorumlayalım sonuç olarak yine kendi yaşamımıza bir yön vermiş oluruz. Seçimlerimizi ister kendimizden hareketle yapalım, ister toplumsal yapıya uygunluğu öne çıkaralım neticede bir seçim yapmış oluruz.
Ruh sağlığımız adına ferahlatıcı olanın zor olmakla birlikte kişinin kendi ile yüzleşmesi ve kendi yapısını kabul edebilmesi olduğunu çeşitli araştırmalar neticesinde biliyoruz. İnsan kendi labirentlerinde kaybolabilen bir tür. Ancak yaşama içgüdüsü onun kılavuzu olduğu takdirde o labirentlerden çıkabilme potansiyeli de olan bir tür.
Not:Bugün Gazetesi köşe yazarı Mehmet Paksu'nun yazısı üzerine bir yazıdır ve örnekler çıkartılmıştır.Yazının tamamını Kaos GL'de okuyabilirsiniz)
Mahmut Şefik Nil - Kaos GL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder