10 Haziran 2013 Pazartesi
Bülent Arınç, Başbakan Erdoğan'ın Çarşamba günü Gezi eylemlerinin temsilcileriyle görüşeceğini açıkladı.
Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında açıklamalar yapan Bülent Arınç, Başbakan Erdoğan'ın Çarşamba günü Gezi eylemlerinin temsilcileriyle görüşeceğini açıkladı.
Radikal
Siyasi ve kültürel bir karnaval: 'Paris Mayıs 1968'
"Bugüne dek gelip geçen devrimlerin her biri yeni özgürlüklerle birlikte yeni kısıtlamalar da getirdi. 20. yüzyılın devrimi artık kısıtlama değil, yeni özgürlük getireceğe benzer..."
13. Gününü tamamlayan Taksim Gezi Parkı Direnişi bana 1968 Mayısında Paris’te yaşananları anımsattı. Elbette sayısız fark bulmak olası ama, bana göre iki olayın ortaya çıkışı, gelişmesi, hedefleri öylesine benziyor ki…
1968’in Mart ayında Nanterre Üniversitesi öğrencileri, Napolyon (1808) döneminden kalma merkeziyetçi üniversite yasalarını değiştirmek için eyleme geçmekle kalmamış aynı zamanda siyasi gündeme ilişkin sözler de etmeye başlamışlardı. O günlerde siyasi gündemi işgal eden en önemli olaylardan biri Vietnam Savaşı idi. Fransa sömürgesi olan Vietnam, 1954’te Fransız ordusunun yenilmesinin ardından Güney ve Kuzey (Komünist) Vietnam olarak ikiye bölünmüştü. ABD 1965’te Kuzey Vietnam’a askeri müdahalede bulunmuştu.
1968’e gelindiğinde ABD’nin Vietnam’daki asker sayısı 500 bine ulaşmıştı. Bu durum ABD’de büyük protesto gösterilerine neden olmuştu. Nanterreli gençler 20 Mart’ta Ulusal Vietnam Komitesi (CVN) ile Devrimci Komünist Gençliği (JCR) ortaklaşa savaşı protesto eylemi düzenlediler. Bir grup genç de Marksist, cinsel özgürlükçü ve anarşist bir karışımdan oluşan söylemlerle 22 Mart’ta üniversitenin idare binasını işgal ettiler. Tarihe ‘22 Mart Hareketi ‘olarak geçen olayın lideri bugün Avrupa Yeşiller hareketinin liderlerinden olan Daniel Cohn Bendit idi. Anarşistler Federasyonu’nun üyesi olan Bendit, o zamanlar kızıl olan saçlarından dolayı “Kızıl Danny” olarak anılıyordu...
“Nanterreli kudurmuşlar”
Olaylar kısa sürede Nanterre’den 20 km. uzaklıkta olan Paris’e sıçradı. Çünkü Nanterre Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Sorbonne Üniversitesi’ne bağlıydı ve Nanterre Rektörü, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Daniel Cohn Bendit ve birkaç arkadaşının cezalandırılması için Sorbonne Üniversitesi’ne başvurmuştu. Tarih 29 Nisan 1968’di. Bu başvuruyu haber alan Daniel Kohn Bendit, Sorbonne’un bahçesinde öğrencilere şöyle seslendi: “Sorbonne yeni bir Nanterre olmalıdır!”
2 Mayıs günü Sorbonne’un bahçesi, rektörün deyimiyle “Nanterreli kudurmuşlar” tarafından dolduruldu. Rektör, “Occident” (Batı) adlı sağcı öğrenci grubu ile işgalcilerin çatışacaklarını düşündüğü için polisi üniversiteye davet etti. 3 Mayıs günü polis “sınavların güvenliğini sağlamak” bahanesiyle üniversiteye girdi ve dört öğrenciyi gözaltına alarak götürdü.
Ardından Milli Eğitim Bakanlığı Sorbonne’u kapattı. Bunlar beklenmedik bir tepki yarattı. O zamana kadar ayaklanmaya katılmamış büyük öğrenci kitlesi “polisle dövüşmek” için ayaklanmaya katıldılar. Aynı şekilde polisin şiddet kullanmasını protesto eden öğretim üyeleri öğrencilerin yanında yer aldılar. 6 Mayıs’tan itibaren üniversitenin bulunduğu Quartier Latin’de öğrenci polis çatışmaları yaşanıyordu. Bu çatışmaların en önemlisi ‘Barikatlar Gecesi’ denilen 10-11 Mayıs 1968 gecesi yaşandı.
“Barikatlar bir simgedir”
O geceye tanık olan Komünist Henri Weber şöyle anlatmıştı: “Fransız tarihinde barikatlar hep halk ayaklanmalarının kahramanlıklarına karışmıştır: 1830, 1848 ve [1871] Paris Komünü. Barikat bir simgedir, kralların ve gericilerin ordularına karşı işçilerin, fakirlerin savunusu...”
Bir başka görgü tanığı Troçkist Alan Krivine ise olayın ‘planlı’ olduğunu ileri sürenlere şu cevabı verecekti: “Bu barikatlar genelde spontane (kendiliğinden) bir davranışın sonucu olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. (…) Komünist Parti militanları metroya binmeden önce bu eylemlerin bir kışkırtma olduğunu haykırdılar. Bazıları da barikatları dolaştıktan sonra güçlü bir iktidarın karşısında bu tür eylemlerin kıyıma yol açabilecek bir serüven olduğunu ileri sürdüler. (…) Biz ise her şeyin birdenbire olacağına inanıyorduk. Bütün kurumsal yapıya ve siyasal düşüncelere karşı bu olaylarda yaşamın fışkırdığını görüyorduk…”
Rudi Dutschke’ye suikast girişimi
11 Mayıs 1968 Perşembe günü, Berlin’de yaşanan bir olay tansiyonu iyice arttırdı. 23 yaşındaki Münihli badanacı Josef Bachmann kendi ifadesine göre “öteden beri komünistlerden nefret ettiği için”, Alman sosyalist öğrencilerinin ideoloğu Rudi Dutschke’ye öldürmek kastıyla üç el ateş etmişti. Rudi ağır yaralı olarak kurtulmuştu ancak olay sadece gerçekleştiği Berlin’de değil, Almanya’nın ve Avrupa’nın önemli üniversite şehirlerinde büyük yankı buldu. Elbette en büyük etkiyi Paris’te yaptı.
Bu yaşananları, Monte Carlo, Luxemburg ve Europe 1 adlı radyoların sürekli vermesi konunun kamuya mal edilmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki radyo haber almanın en önemli aracı haline gelmişti. Radyonun önü açmasıyla, televizyonlar ve gazeteler de olaylara daha çok yer ayırmaya başladılar. O güne kadar olayları izlemekle yetinen kamuoyunun büyük bir kesimi öğrencileri desteklemeye başladı.
Peki öğrenciler ne istiyorlardı? Aslında kafalar karışıktı. Bunun ipuçları duvar yazılarında görülebiliyordu: “Devrim, uğruna kurban olmak zorunlu olduğu anda yok olur!”, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!”, “Kahrolsun açlıktan ölmeyeceğimizi garanti edip sıkıntıdan öldüren dünya!”, “Asla çalışma!”, “Merhametsiz ol!”, “Savaşma seviş!”, “Devrim silahların eseri olacaktır!”.
De Gaulle: “10 yıl yeter!”
Çoğu birbiriyle çelişkili bu sloganların ima ettiği gibi asıl gerçek, gençlerin “ne istemediklerini” bilmelerine rağmen, “ne istediklerini” tam olarak bilmemesiydi. Nitekim Cohn Bendit “önce bir kımıldayalım, hareketin teorisini sonra yaparız” demişti 17 Mayıs günü, Paris Match muhabirine. “Peki ‘kımıldamak’ ne demek, karışıklık çıkarmak mı? Rejimi ve düzeni sarsmak, anarşi yaratmak mı” diye soranlara cevabını ise bir gün önce L’Aurore muhabirine verdiği mülakatta okumak mümkündü: “Bu bir dev-rim-dir!”.
Peki bu bir devrim miydi? Buna cevap vermeden önce duvarları süsleyen sloganlardan birine daha göz atalım. Bu slogan “10 yıl yeter!” idi. 13 Mayıs’ta uzun bir aradan sonra iktidara davet edilişinin 10. Yılını kutlayacak olan Başkan Charles De Gaulle’e bir göndermeydi bu. Cezayir Savaşı sarpa sarınca, bu arada Uzakdoğu Asya’daki Fransız politikaları da çökünce, Fransa çareyi, İkinci Dünya Savaşı’nın kahraman generali De Gaulle’ü göreve çağırmakta bulmuştu.
2 Haziran 1958’de, altı aylık bir dönem için kendisine sınırsız yetkiler verilmesi ve yeni bir anayasa yapılması kaydıyla “ulusun başına geçmeyi” kabul eden De Gaulle, kronikleşen Cezayir Savaşı’nı bitirmekle kalmamış, Fransa’nın denizaşırı sömürgelerinin bağımsızlığı ile sonuçlanacak cesur kararlar almıştı. Altı aylığına geldiği iktidarı bırakmamış, aradan geçen 10 yıl içinde totaliter yöntemlerle siyaseti biçimlendirmiş, ekonomik modernizme ağırlık vermiş ancak kültürel modernizmi ihmal etmişti. Sonuç olarak De Gaulle yönetimi bütün kesimlerde büyük bıkkınlık yaratmıştı.
9 milyon işçi genel grevde
12 Mayıs’ta çeşitli öğrenci, öğretim üyesi ve işçi temsilcileri ‘Gaullist’ rejimi protesto etmek için ortak bir gösteri çağrısı yaptı. Bunu takip eden altı gün içinde bütün Fransa’da 9 milyon işçi (ezici çoğunluğu endrüstri işçisi, azı tarım işçisiydi) greve gitti. İşyerleri işgal edildi, hayat felce uğratıldı. O güne kadar temel talepleri üniversiteden ve Quartier Latin’den polisin çıkması ve tutuklu öğrencilerin serbest bırakılması olan ‘öğrenci hareketi’nin, toplumsal ve siyasi bir sıçrama yapması anlamına geliyordu bu grev.
Ancak işçiler eylemin öncüsü değil artçısı olduklarından kendi özgün taleplerini dile getiren sloganları da üretmekte başarılı olamadılar. Büyük yürüyüş kollarında “İşçi iktidara”, “Halka hizmet!”, “İşçileri destekle!” türünden sloganlar tek tüktü. Aynı şekilde “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, “Vietnam’da zafer” gibi enternasyonalist sloganlar da az sayıdaydı. Öğrenciler işçi sınıfıyla kaynaşmak için heyecan içinde fabrikalara koşmuşlardı. Başlangıçta bütün kapılar onlara açıktı. Ancak birkaç gün sonra kapılar kapandı. Yine de öğrenciler polisin fabrikalara müdahalesine karşı aktif şekilde durdular. Öyle ki, bir öğrenci Flins’te boğularak öldü. Sochaux’da iki işçi mavzer ateşiyle öldürüldü. Bu arada birkaç polis de öldü.
Daniel Cohn Bendit’in daha sonra açıkladığına göre işçileri öğrencilerin arkasından sürüklemek kolay olmamıştı. İşçiler önce, öğrencilerin kendileriyle temas kurmak istemesine şüpheyle bakmışlardı. “Bu anasının kuzuları neden gelip bizim canımızı sıkıyorlar ki” demişlerdi. Fakat polisin öğrencilere karşı sert tutumu bu güvensizliği aşmalarına yardımcı olmuştu. İlk işçi desteği Nantes’teki Sud Aviation fabrikasındaki işçilerden gelmişti. Ancak ilginçti, sendika yönetimleri ve Fransa Komünist Partisi işçilerin öğrencilerle dayanışmaya girmesine karşı çıkmıştı.
Hatta parti Cohn Bendit’i “Alman anarşisti” olarak yaftalamış, eylemlere katılanların “yüksek burjuvazinin çocukları” olduğu”, “babalarının firmalarında işe başlayıp da sömürüye devam ettikleri anda devrim ateşini unutacakları”nı iddia etmişti. Bu arada bazı çevrelerden Bendit’in Alman Yahudisi olması bile karalama gerekçesi yapılmıştı. Nitekim o günden sonra duvarlarda boy gösteren sloganlardan biri şuydu: “Hepimiz Alman Yahudisiyiz.” (Ancak aleyhte kampanya devam edecek ve Bendit, 22 Mayıs’ta “fitne çıkaran yabancı” olduğu gerekçesiyle sınırdışı edilecekti.)
Quartier Latin çarpışmaları
13 Mayıs gecesi öğrenciler Quartier Latin’i işgal ettiler, meydanı halka açtılar. Ardından Fransa’daki bütün üniversiteleri işgal ve boykot kararı aldılar. Bu dönemde her isteyen üniversitelere rahatça giriyordu. Dolayısıyla öğrencilerin arasına karınlarını doyuracak, yatacak yer arayan evsizler, lümpenler, hatta Fransa sömürgesi Katanga’da paralı askerlik yaptıklarını, şimdi bu becerilerini eylemcileri sağcılara karı korumak için kullanacaklarını iddia eden tipler bile karıştı. Kısa süre sonra Polisin Sorbonne’dan çekildiği ve tutuklu dört öğrencinin serbest bırakıldığı haberi geldi. Bu, gençler arasında büyük bir zafer havası estirdi. Sorbonne’da öğrencilerin kızıl bayrağı dalgalanmaya başladı.
Bu tarihten itibaren sendikal alanda bazı kazanımlar kalıcı hale gelirken asıl değişim okullarda yaşandı. Gri bluzlar, öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmalar sona erdi. Derslerde ateşli tartışmalar yapıldı. Saça, sakala kimse karışmamaya başladı. Doğum kontrol hapının da yaygınlaşmasıyla cinsel ilişkilerde tepkisel bir serbestlik dönemi başladı.
Başkan De Gaulle 24 Mayıs’ta krizin çözüm yolunun referandum olduğunu açıkladı fakat 30 Mayıs’ta bundan vazgeçip seçimlere gideceğini açıkladı. O gün, Gaullistler ve sağcıların gövde gösterisine sahne oldu. (Haziran ayında yapılan seçimleri De Gaulle kazandı. Ancak bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.)
Bir Yunan piyesi gibi
Kürşat Bumin’in bir tarihçiden naklettiği gibi “bir Yunan piyesinin aksiyonunda, zamanda ve mekanda birlik ilkesine uygun olarak, Paris’te bütün dünyanın ve De Gaulle iktidarının şaşkın bakışları altında başlayan ve sona eren” olaylar “refah ve tüketim” toplumlarında çıkmıştı, olaylara katılanlar, herkesin gıptayla baktığı seçkin öğrencilerdi. Yani bu gençlerin (Edgar Morin’in deyimiyle “yaş sınıfı” nın) kendileri için bir şey istemeye ihtiyaçları yoktu. Hareketin ilk özelliği “humaniter-insancı” olmasıydı. Ana düsturları “insanlar daha iyi, daha rahat, daha mutlu yaşama hakkına sahiptir” olarak özetlenebilirdi. İkinci özelliği her türlü otoriteye karşı olmasıydı. Karşı çıkılan otorite hem siyasi (devlet, partiler, sendikalar vb.) idi hem kültürel (yaşam tarzı, tüketim kalıpları, cinsel kısıtlamalar vb.) idi.
Otoriteye karşılıkta o kadar ileri gidilmişti ki, parlamenter demokrasinin kurumlarına bile kayıtsız kalınmıştı. (Bu da onların bazı kesimlerce “anarşistler” diye yaftalanmalarına neden olacaktı.) Bu arada başta SSCB ve Fransız Komünist Partisi olmak üzere tüm komünist partilere karşı çıkılmıştı. Ve üçüncü özelliği bütün bunların toplamı olarak “özgürlükçü” olmalarıydı.
Devrim mi, başkaldırı mı?
İleriki yıllarda Mark Kurlansky 1968 olaylarının arkasındaki dinamikleri şöyle özetlemişti: “O dönemde çok yeni ve orijinal olan yurttaşlık hareketi örneği; kendisini çok farklı ve yabancılaşmış hissettiğinden dolayı her türlü otoriteyi reddeden bir kuşak; bütün dünyada büyük bir nefretle karşılandığından dolayı, kendine bir ülkü arayan bütün asilere bir ülkü sunan bir savaş [Vietnam Savaşı] ve bütün bunların, televizyon rüştünü kazandığı fakat yine de bugünkü gibi damıtıldığı ve ambalajlandığı haline ulaşamadığı bir zamanda meydana gelmesi…”
17 Mayıs 1968 günü olayları ‘devrim’ olarak tanımlayan Daniel Cohn Bendit, daha sonra ‘başkaldırı’ terimini kullandı. Gilles Lipotvetsky, Mayıs 1968’in toplumsal çatışma alanındaki örf ve adetleri yumuşatma sürecini yerleştiren ‘yumuşak bir devrim’ olarak tanımladı. Ona göre okulların, partilerin, sendikaların ve tüm bürokratik kurumların teşhiri, hoşgörülü ve barışçıl davranış kalıplarının yüceltilmesi bireysel demokrasinin ivme kazanmasına neden olmuştu ve “siyasi olanla varoluşsal olan, özelle kamu, ideolojikle şiirse, ortak mücadeleyle zevk, devrimle mizah artık birbirine ayrılmaz biçimde bağlanmıştı.” Bugün bazı yazarlar ‘Paris Mayıs 1968’i ‘yarım kalmış bir devrim’ olarak niteliyor.
Gençler ne istiyor?
Yazıyı sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre’nin 1968’de söylediği, ancak içindeki 20. Yüzyıl terimini 21. Yüzyılla değiştirince tam da bugün Gezi direnişçilerinin taleplerini yansıtan ve yöneticilere yol göstermesini umduğum şu sözlerle bitirelim: “Çağımız bayramı, topluca eğlenmeyi yitirdi bir bakıma. Bu da aslında insan özünden yoksun olan tüketim düzeninin etkisiyle oldu. Oynamak, gülmek, hep birlikte eğlenmek çabasında gençlik. Yeni toplum düzenini araştırırken, bunu bir bayram havası içinde yapıyor. 20.yüzyılın somut demokrasinin kurulmasıdır. Bugün öğrenci hareketinin başlıca ereği bir katılma çabasıdır. Öğrenci öğretime ve eğitime katılmak, söz söylemek, görüşünü belirtmek ve böylece yönetime katılmak istiyor. İşçi de öyle. Fabrikanın yönetimine katılmak istiyor.
Bu ne demektir: İnsan pasif olmaktan çıkarak, yaratıcı olmak emelindedir, kendisine verilen ücret, tüketim düzeninin sağladığı çıkarlar, varlıklar yetmiyor artık. Düzenin kuruluşu kendi mutluluğuna doğru değişsin, yürümesi de kendi aktif çabasıyla olsun istiyor. Yabancı olmak istemiyor toplumdaki sorunların hiçbirine. Özgürlük anlayışı da değişmiştir. 20. Yüzyılın ilk devrimi dedim ya, bu devrim özgürlükler devrimidir de denebilir. Ama şu ya da bu özgürlüğün değil de bütün özgürlüklerin birden. Bugüne dek gelip geçen devrimlerin her biri yeni özgürlüklerle birlikte yeni kısıtlamalar da getirdi. 20. Yüzyılın devrimi artık kısıtlama değil, yeni özgürlük getireceğe benzer…”
Ayşe Hür - Radikal
Özet Kaynakça ve okuma önerisi: “68: Neydi, Ne Kaldı?” (Dosya), Birikim Dergisi, S. 109, Mayıs 1998, s. 17-124; 1968 Yılı Öğrenci Hareketleri (Dünyada ve Türkiye ’de), 25-27 Kasım 1968 tarihlerinde düzenlenen sempozyum bildirileri, Başnur Matbaası 1969; 1968 in Europe: A History of Protest and Activism, 1956-1977, Editörler: Martin Klimke ve Joacim Scharloth, Palgrave Macmillan, 2008; Mark Kurlensky, 1968: Dünyayı Sarsan Yıl, Çeviren: Zehra Savran, Everest Yayınları, 2008; Giovann Arrighi, Terence K. Hopkins ve Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Çeviren C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen, Metis Yayınları, 2005; Rudi Dutschke, “Anti-Otoritercilik Üzerine”, Cogito, S.14, Bahar 1998, s. 26-37; Alev Er, Bir Uzun Yürüyüştü 68, İkarus Yayınları, 2008; Tarihsel Sosyoloji: Stratejiler, Sorunsallar, Paradigmalar, Editörler: Ferdan Ergut, Ayşen Uysal, Dipnot Yayınları, 2007; Hıfzı Topuz, Paris ‘68’: Bir Devrim Denemesi, Agora Kitaplığı, 2008; Alain Touraine, Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yayınları, 2007.
13. Gününü tamamlayan Taksim Gezi Parkı Direnişi bana 1968 Mayısında Paris’te yaşananları anımsattı. Elbette sayısız fark bulmak olası ama, bana göre iki olayın ortaya çıkışı, gelişmesi, hedefleri öylesine benziyor ki…
1968’in Mart ayında Nanterre Üniversitesi öğrencileri, Napolyon (1808) döneminden kalma merkeziyetçi üniversite yasalarını değiştirmek için eyleme geçmekle kalmamış aynı zamanda siyasi gündeme ilişkin sözler de etmeye başlamışlardı. O günlerde siyasi gündemi işgal eden en önemli olaylardan biri Vietnam Savaşı idi. Fransa sömürgesi olan Vietnam, 1954’te Fransız ordusunun yenilmesinin ardından Güney ve Kuzey (Komünist) Vietnam olarak ikiye bölünmüştü. ABD 1965’te Kuzey Vietnam’a askeri müdahalede bulunmuştu.
1968’e gelindiğinde ABD’nin Vietnam’daki asker sayısı 500 bine ulaşmıştı. Bu durum ABD’de büyük protesto gösterilerine neden olmuştu. Nanterreli gençler 20 Mart’ta Ulusal Vietnam Komitesi (CVN) ile Devrimci Komünist Gençliği (JCR) ortaklaşa savaşı protesto eylemi düzenlediler. Bir grup genç de Marksist, cinsel özgürlükçü ve anarşist bir karışımdan oluşan söylemlerle 22 Mart’ta üniversitenin idare binasını işgal ettiler. Tarihe ‘22 Mart Hareketi ‘olarak geçen olayın lideri bugün Avrupa Yeşiller hareketinin liderlerinden olan Daniel Cohn Bendit idi. Anarşistler Federasyonu’nun üyesi olan Bendit, o zamanlar kızıl olan saçlarından dolayı “Kızıl Danny” olarak anılıyordu...
“Nanterreli kudurmuşlar”
Olaylar kısa sürede Nanterre’den 20 km. uzaklıkta olan Paris’e sıçradı. Çünkü Nanterre Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Sorbonne Üniversitesi’ne bağlıydı ve Nanterre Rektörü, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Daniel Cohn Bendit ve birkaç arkadaşının cezalandırılması için Sorbonne Üniversitesi’ne başvurmuştu. Tarih 29 Nisan 1968’di. Bu başvuruyu haber alan Daniel Kohn Bendit, Sorbonne’un bahçesinde öğrencilere şöyle seslendi: “Sorbonne yeni bir Nanterre olmalıdır!”
2 Mayıs günü Sorbonne’un bahçesi, rektörün deyimiyle “Nanterreli kudurmuşlar” tarafından dolduruldu. Rektör, “Occident” (Batı) adlı sağcı öğrenci grubu ile işgalcilerin çatışacaklarını düşündüğü için polisi üniversiteye davet etti. 3 Mayıs günü polis “sınavların güvenliğini sağlamak” bahanesiyle üniversiteye girdi ve dört öğrenciyi gözaltına alarak götürdü.
Ardından Milli Eğitim Bakanlığı Sorbonne’u kapattı. Bunlar beklenmedik bir tepki yarattı. O zamana kadar ayaklanmaya katılmamış büyük öğrenci kitlesi “polisle dövüşmek” için ayaklanmaya katıldılar. Aynı şekilde polisin şiddet kullanmasını protesto eden öğretim üyeleri öğrencilerin yanında yer aldılar. 6 Mayıs’tan itibaren üniversitenin bulunduğu Quartier Latin’de öğrenci polis çatışmaları yaşanıyordu. Bu çatışmaların en önemlisi ‘Barikatlar Gecesi’ denilen 10-11 Mayıs 1968 gecesi yaşandı.
“Barikatlar bir simgedir”
O geceye tanık olan Komünist Henri Weber şöyle anlatmıştı: “Fransız tarihinde barikatlar hep halk ayaklanmalarının kahramanlıklarına karışmıştır: 1830, 1848 ve [1871] Paris Komünü. Barikat bir simgedir, kralların ve gericilerin ordularına karşı işçilerin, fakirlerin savunusu...”
Bir başka görgü tanığı Troçkist Alan Krivine ise olayın ‘planlı’ olduğunu ileri sürenlere şu cevabı verecekti: “Bu barikatlar genelde spontane (kendiliğinden) bir davranışın sonucu olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. (…) Komünist Parti militanları metroya binmeden önce bu eylemlerin bir kışkırtma olduğunu haykırdılar. Bazıları da barikatları dolaştıktan sonra güçlü bir iktidarın karşısında bu tür eylemlerin kıyıma yol açabilecek bir serüven olduğunu ileri sürdüler. (…) Biz ise her şeyin birdenbire olacağına inanıyorduk. Bütün kurumsal yapıya ve siyasal düşüncelere karşı bu olaylarda yaşamın fışkırdığını görüyorduk…”
Rudi Dutschke’ye suikast girişimi
11 Mayıs 1968 Perşembe günü, Berlin’de yaşanan bir olay tansiyonu iyice arttırdı. 23 yaşındaki Münihli badanacı Josef Bachmann kendi ifadesine göre “öteden beri komünistlerden nefret ettiği için”, Alman sosyalist öğrencilerinin ideoloğu Rudi Dutschke’ye öldürmek kastıyla üç el ateş etmişti. Rudi ağır yaralı olarak kurtulmuştu ancak olay sadece gerçekleştiği Berlin’de değil, Almanya’nın ve Avrupa’nın önemli üniversite şehirlerinde büyük yankı buldu. Elbette en büyük etkiyi Paris’te yaptı.
Bu yaşananları, Monte Carlo, Luxemburg ve Europe 1 adlı radyoların sürekli vermesi konunun kamuya mal edilmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki radyo haber almanın en önemli aracı haline gelmişti. Radyonun önü açmasıyla, televizyonlar ve gazeteler de olaylara daha çok yer ayırmaya başladılar. O güne kadar olayları izlemekle yetinen kamuoyunun büyük bir kesimi öğrencileri desteklemeye başladı.
Peki öğrenciler ne istiyorlardı? Aslında kafalar karışıktı. Bunun ipuçları duvar yazılarında görülebiliyordu: “Devrim, uğruna kurban olmak zorunlu olduğu anda yok olur!”, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!”, “Kahrolsun açlıktan ölmeyeceğimizi garanti edip sıkıntıdan öldüren dünya!”, “Asla çalışma!”, “Merhametsiz ol!”, “Savaşma seviş!”, “Devrim silahların eseri olacaktır!”.
De Gaulle: “10 yıl yeter!”
Çoğu birbiriyle çelişkili bu sloganların ima ettiği gibi asıl gerçek, gençlerin “ne istemediklerini” bilmelerine rağmen, “ne istediklerini” tam olarak bilmemesiydi. Nitekim Cohn Bendit “önce bir kımıldayalım, hareketin teorisini sonra yaparız” demişti 17 Mayıs günü, Paris Match muhabirine. “Peki ‘kımıldamak’ ne demek, karışıklık çıkarmak mı? Rejimi ve düzeni sarsmak, anarşi yaratmak mı” diye soranlara cevabını ise bir gün önce L’Aurore muhabirine verdiği mülakatta okumak mümkündü: “Bu bir dev-rim-dir!”.
Peki bu bir devrim miydi? Buna cevap vermeden önce duvarları süsleyen sloganlardan birine daha göz atalım. Bu slogan “10 yıl yeter!” idi. 13 Mayıs’ta uzun bir aradan sonra iktidara davet edilişinin 10. Yılını kutlayacak olan Başkan Charles De Gaulle’e bir göndermeydi bu. Cezayir Savaşı sarpa sarınca, bu arada Uzakdoğu Asya’daki Fransız politikaları da çökünce, Fransa çareyi, İkinci Dünya Savaşı’nın kahraman generali De Gaulle’ü göreve çağırmakta bulmuştu.
2 Haziran 1958’de, altı aylık bir dönem için kendisine sınırsız yetkiler verilmesi ve yeni bir anayasa yapılması kaydıyla “ulusun başına geçmeyi” kabul eden De Gaulle, kronikleşen Cezayir Savaşı’nı bitirmekle kalmamış, Fransa’nın denizaşırı sömürgelerinin bağımsızlığı ile sonuçlanacak cesur kararlar almıştı. Altı aylığına geldiği iktidarı bırakmamış, aradan geçen 10 yıl içinde totaliter yöntemlerle siyaseti biçimlendirmiş, ekonomik modernizme ağırlık vermiş ancak kültürel modernizmi ihmal etmişti. Sonuç olarak De Gaulle yönetimi bütün kesimlerde büyük bıkkınlık yaratmıştı.
9 milyon işçi genel grevde
12 Mayıs’ta çeşitli öğrenci, öğretim üyesi ve işçi temsilcileri ‘Gaullist’ rejimi protesto etmek için ortak bir gösteri çağrısı yaptı. Bunu takip eden altı gün içinde bütün Fransa’da 9 milyon işçi (ezici çoğunluğu endrüstri işçisi, azı tarım işçisiydi) greve gitti. İşyerleri işgal edildi, hayat felce uğratıldı. O güne kadar temel talepleri üniversiteden ve Quartier Latin’den polisin çıkması ve tutuklu öğrencilerin serbest bırakılması olan ‘öğrenci hareketi’nin, toplumsal ve siyasi bir sıçrama yapması anlamına geliyordu bu grev.
Ancak işçiler eylemin öncüsü değil artçısı olduklarından kendi özgün taleplerini dile getiren sloganları da üretmekte başarılı olamadılar. Büyük yürüyüş kollarında “İşçi iktidara”, “Halka hizmet!”, “İşçileri destekle!” türünden sloganlar tek tüktü. Aynı şekilde “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, “Vietnam’da zafer” gibi enternasyonalist sloganlar da az sayıdaydı. Öğrenciler işçi sınıfıyla kaynaşmak için heyecan içinde fabrikalara koşmuşlardı. Başlangıçta bütün kapılar onlara açıktı. Ancak birkaç gün sonra kapılar kapandı. Yine de öğrenciler polisin fabrikalara müdahalesine karşı aktif şekilde durdular. Öyle ki, bir öğrenci Flins’te boğularak öldü. Sochaux’da iki işçi mavzer ateşiyle öldürüldü. Bu arada birkaç polis de öldü.
Daniel Cohn Bendit’in daha sonra açıkladığına göre işçileri öğrencilerin arkasından sürüklemek kolay olmamıştı. İşçiler önce, öğrencilerin kendileriyle temas kurmak istemesine şüpheyle bakmışlardı. “Bu anasının kuzuları neden gelip bizim canımızı sıkıyorlar ki” demişlerdi. Fakat polisin öğrencilere karşı sert tutumu bu güvensizliği aşmalarına yardımcı olmuştu. İlk işçi desteği Nantes’teki Sud Aviation fabrikasındaki işçilerden gelmişti. Ancak ilginçti, sendika yönetimleri ve Fransa Komünist Partisi işçilerin öğrencilerle dayanışmaya girmesine karşı çıkmıştı.
Hatta parti Cohn Bendit’i “Alman anarşisti” olarak yaftalamış, eylemlere katılanların “yüksek burjuvazinin çocukları” olduğu”, “babalarının firmalarında işe başlayıp da sömürüye devam ettikleri anda devrim ateşini unutacakları”nı iddia etmişti. Bu arada bazı çevrelerden Bendit’in Alman Yahudisi olması bile karalama gerekçesi yapılmıştı. Nitekim o günden sonra duvarlarda boy gösteren sloganlardan biri şuydu: “Hepimiz Alman Yahudisiyiz.” (Ancak aleyhte kampanya devam edecek ve Bendit, 22 Mayıs’ta “fitne çıkaran yabancı” olduğu gerekçesiyle sınırdışı edilecekti.)
Quartier Latin çarpışmaları
13 Mayıs gecesi öğrenciler Quartier Latin’i işgal ettiler, meydanı halka açtılar. Ardından Fransa’daki bütün üniversiteleri işgal ve boykot kararı aldılar. Bu dönemde her isteyen üniversitelere rahatça giriyordu. Dolayısıyla öğrencilerin arasına karınlarını doyuracak, yatacak yer arayan evsizler, lümpenler, hatta Fransa sömürgesi Katanga’da paralı askerlik yaptıklarını, şimdi bu becerilerini eylemcileri sağcılara karı korumak için kullanacaklarını iddia eden tipler bile karıştı. Kısa süre sonra Polisin Sorbonne’dan çekildiği ve tutuklu dört öğrencinin serbest bırakıldığı haberi geldi. Bu, gençler arasında büyük bir zafer havası estirdi. Sorbonne’da öğrencilerin kızıl bayrağı dalgalanmaya başladı.
Bu tarihten itibaren sendikal alanda bazı kazanımlar kalıcı hale gelirken asıl değişim okullarda yaşandı. Gri bluzlar, öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmalar sona erdi. Derslerde ateşli tartışmalar yapıldı. Saça, sakala kimse karışmamaya başladı. Doğum kontrol hapının da yaygınlaşmasıyla cinsel ilişkilerde tepkisel bir serbestlik dönemi başladı.
Başkan De Gaulle 24 Mayıs’ta krizin çözüm yolunun referandum olduğunu açıkladı fakat 30 Mayıs’ta bundan vazgeçip seçimlere gideceğini açıkladı. O gün, Gaullistler ve sağcıların gövde gösterisine sahne oldu. (Haziran ayında yapılan seçimleri De Gaulle kazandı. Ancak bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.)
Bir Yunan piyesi gibi
Kürşat Bumin’in bir tarihçiden naklettiği gibi “bir Yunan piyesinin aksiyonunda, zamanda ve mekanda birlik ilkesine uygun olarak, Paris’te bütün dünyanın ve De Gaulle iktidarının şaşkın bakışları altında başlayan ve sona eren” olaylar “refah ve tüketim” toplumlarında çıkmıştı, olaylara katılanlar, herkesin gıptayla baktığı seçkin öğrencilerdi. Yani bu gençlerin (Edgar Morin’in deyimiyle “yaş sınıfı” nın) kendileri için bir şey istemeye ihtiyaçları yoktu. Hareketin ilk özelliği “humaniter-insancı” olmasıydı. Ana düsturları “insanlar daha iyi, daha rahat, daha mutlu yaşama hakkına sahiptir” olarak özetlenebilirdi. İkinci özelliği her türlü otoriteye karşı olmasıydı. Karşı çıkılan otorite hem siyasi (devlet, partiler, sendikalar vb.) idi hem kültürel (yaşam tarzı, tüketim kalıpları, cinsel kısıtlamalar vb.) idi.
Otoriteye karşılıkta o kadar ileri gidilmişti ki, parlamenter demokrasinin kurumlarına bile kayıtsız kalınmıştı. (Bu da onların bazı kesimlerce “anarşistler” diye yaftalanmalarına neden olacaktı.) Bu arada başta SSCB ve Fransız Komünist Partisi olmak üzere tüm komünist partilere karşı çıkılmıştı. Ve üçüncü özelliği bütün bunların toplamı olarak “özgürlükçü” olmalarıydı.
Devrim mi, başkaldırı mı?
İleriki yıllarda Mark Kurlansky 1968 olaylarının arkasındaki dinamikleri şöyle özetlemişti: “O dönemde çok yeni ve orijinal olan yurttaşlık hareketi örneği; kendisini çok farklı ve yabancılaşmış hissettiğinden dolayı her türlü otoriteyi reddeden bir kuşak; bütün dünyada büyük bir nefretle karşılandığından dolayı, kendine bir ülkü arayan bütün asilere bir ülkü sunan bir savaş [Vietnam Savaşı] ve bütün bunların, televizyon rüştünü kazandığı fakat yine de bugünkü gibi damıtıldığı ve ambalajlandığı haline ulaşamadığı bir zamanda meydana gelmesi…”
17 Mayıs 1968 günü olayları ‘devrim’ olarak tanımlayan Daniel Cohn Bendit, daha sonra ‘başkaldırı’ terimini kullandı. Gilles Lipotvetsky, Mayıs 1968’in toplumsal çatışma alanındaki örf ve adetleri yumuşatma sürecini yerleştiren ‘yumuşak bir devrim’ olarak tanımladı. Ona göre okulların, partilerin, sendikaların ve tüm bürokratik kurumların teşhiri, hoşgörülü ve barışçıl davranış kalıplarının yüceltilmesi bireysel demokrasinin ivme kazanmasına neden olmuştu ve “siyasi olanla varoluşsal olan, özelle kamu, ideolojikle şiirse, ortak mücadeleyle zevk, devrimle mizah artık birbirine ayrılmaz biçimde bağlanmıştı.” Bugün bazı yazarlar ‘Paris Mayıs 1968’i ‘yarım kalmış bir devrim’ olarak niteliyor.
Gençler ne istiyor?
Yazıyı sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre’nin 1968’de söylediği, ancak içindeki 20. Yüzyıl terimini 21. Yüzyılla değiştirince tam da bugün Gezi direnişçilerinin taleplerini yansıtan ve yöneticilere yol göstermesini umduğum şu sözlerle bitirelim: “Çağımız bayramı, topluca eğlenmeyi yitirdi bir bakıma. Bu da aslında insan özünden yoksun olan tüketim düzeninin etkisiyle oldu. Oynamak, gülmek, hep birlikte eğlenmek çabasında gençlik. Yeni toplum düzenini araştırırken, bunu bir bayram havası içinde yapıyor. 20.yüzyılın somut demokrasinin kurulmasıdır. Bugün öğrenci hareketinin başlıca ereği bir katılma çabasıdır. Öğrenci öğretime ve eğitime katılmak, söz söylemek, görüşünü belirtmek ve böylece yönetime katılmak istiyor. İşçi de öyle. Fabrikanın yönetimine katılmak istiyor.
Bu ne demektir: İnsan pasif olmaktan çıkarak, yaratıcı olmak emelindedir, kendisine verilen ücret, tüketim düzeninin sağladığı çıkarlar, varlıklar yetmiyor artık. Düzenin kuruluşu kendi mutluluğuna doğru değişsin, yürümesi de kendi aktif çabasıyla olsun istiyor. Yabancı olmak istemiyor toplumdaki sorunların hiçbirine. Özgürlük anlayışı da değişmiştir. 20. Yüzyılın ilk devrimi dedim ya, bu devrim özgürlükler devrimidir de denebilir. Ama şu ya da bu özgürlüğün değil de bütün özgürlüklerin birden. Bugüne dek gelip geçen devrimlerin her biri yeni özgürlüklerle birlikte yeni kısıtlamalar da getirdi. 20. Yüzyılın devrimi artık kısıtlama değil, yeni özgürlük getireceğe benzer…”
Ayşe Hür - Radikal
Özet Kaynakça ve okuma önerisi: “68: Neydi, Ne Kaldı?” (Dosya), Birikim Dergisi, S. 109, Mayıs 1998, s. 17-124; 1968 Yılı Öğrenci Hareketleri (Dünyada ve Türkiye ’de), 25-27 Kasım 1968 tarihlerinde düzenlenen sempozyum bildirileri, Başnur Matbaası 1969; 1968 in Europe: A History of Protest and Activism, 1956-1977, Editörler: Martin Klimke ve Joacim Scharloth, Palgrave Macmillan, 2008; Mark Kurlensky, 1968: Dünyayı Sarsan Yıl, Çeviren: Zehra Savran, Everest Yayınları, 2008; Giovann Arrighi, Terence K. Hopkins ve Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Çeviren C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen, Metis Yayınları, 2005; Rudi Dutschke, “Anti-Otoritercilik Üzerine”, Cogito, S.14, Bahar 1998, s. 26-37; Alev Er, Bir Uzun Yürüyüştü 68, İkarus Yayınları, 2008; Tarihsel Sosyoloji: Stratejiler, Sorunsallar, Paradigmalar, Editörler: Ferdan Ergut, Ayşen Uysal, Dipnot Yayınları, 2007; Hıfzı Topuz, Paris ‘68’: Bir Devrim Denemesi, Agora Kitaplığı, 2008; Alain Touraine, Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yayınları, 2007.
Caner yeşillendi!
Fenerbahçe’nin yıldızı Caner Erkin, eşi Asena Erkin ve bir arkadaşıyla birlikte Lokma adlı mekandan çıkarken objektiflere takıldı.
Saçının sağ tarafını kestirip yeşile boyatan ünlü futbolcunun yeni stili görenleri şaşırttı. Erkin, meraklı bakışlar altında aracına binerek uzaklaştı.
Akşam
Tenis finalinde eşcinsel karşıtı gösteri
Teniste en önemli turnuvalardan Fransa Açık Finali, bir protesto gösterisiyle bölündü.
İki İspanyol raket Rafael Nadal ve David Ferrer’in karşı karşıya geldiği karşılaşmada eşcinsel evliliklere karşı çıkan bir gösterici elindeki meşaleyle birlikte sahaya atladı.
Eylemci, güvenlik güçlerinin müdahalesiyle korttan çıkarıldı. Tribünlerde de eşcinsel evlilikleri protesto eden bazı izleyiciler pankart açtı.
Fransa’da Mayıs ayında uygulanmaya başlayan eşcinsel evliliklere izin veren yasa, büyük tepki çekmişti.
Akşam
İki İspanyol raket Rafael Nadal ve David Ferrer’in karşı karşıya geldiği karşılaşmada eşcinsel evliliklere karşı çıkan bir gösterici elindeki meşaleyle birlikte sahaya atladı.
Eylemci, güvenlik güçlerinin müdahalesiyle korttan çıkarıldı. Tribünlerde de eşcinsel evlilikleri protesto eden bazı izleyiciler pankart açtı.
Fransa’da Mayıs ayında uygulanmaya başlayan eşcinsel evliliklere izin veren yasa, büyük tepki çekmişti.
Akşam
Dünya'da Gezi gündemi: Tayyip Erdoğan kriz yaratma ustası
Türkiye'deki Gezi Parkı eylemleri dünya basınının da gündeminde yer almaya devam ediyor. İşte bugün dünyadaki önemli medya kurumlarında yayınlananan haberler...
Daily Telegraph: ‘Sağduyu zamanı’ başlıklı yazıda “ Recep Tayyip Erdoğan eylemler başladığından bu yana, ‘dramatik olaylar zincirinin nasıl krize çevrileceği konusunda herkese ders verdi” denildi. Yazı şöyle devam etti: “Ortamı sakinleştirmek yerine, eylemcileri ‘çapulcu, anarşist ve terörist’ olmakla suçladı, korkak medyanın önemsemediği eylemler hakkında bilgi akışının sağlandığı Twitter’ı ‘tehlike’ olarak gördü ve yapılanları ifade özgürlüğü olarak değil kendisine ve başarılarına hakaret olarak algıladı. Üstüne kalabalığı dağıtmak için biber gazı ve sis bombası atan eli ağır polis de eklenince, hararetli bir ortam yaratmış oldu.” Türkiye’nin Mısır olmadığını ve Erdoğan’ın oldukça popüler bir lider olduğunu belirten Telegraph, “Ancak Erdoğan’ın saldırgan ve otoriter tavrı bugüne kadarki icraatlarını tehlikeye sokuyor ve demokrasi konusundaki endişeleri artırıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin uzak tutulması gerektiğine inanan bazı Avrupa Birliği üyelerine de koz veriyor” dedi ve Erdoğan’ı sağduyulu davranmaya davet etti.
CNN: ‘Kurbandan zalime: Erdoğan’ın henüz bitmeyen dönüşümü’ başlıkla yazıda şu değerlendirme yer aldı: “Türkiye Mısır değil. Recep Tayyip Erdoğan Hüsnü Mübarek değil ve bu olaylar Türkiye baharı değil. Erdoğan’ın hâlâ seçim yapma şansı var. İster eski Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle gibi değerli bir devlet adamı olur ister geri kalan kariyerini Rus lider Vladimir Putin gibi harcar. Soru şu: Erdoğan’ın eylemcilerin taleplerini kabul edecek kararlılığı var mı? Çünkü bu Gezi Parkı’na dair kendi kişisel hayalini gerçekleştirememesi anlamına gelecek. Olayların bu kadar büyümesinin en önemli nedeni Erdoğan’ın kendisine yapılan eleştirilere kulak tıkaması. Söylemi kontrolden çıktı. Kadınlara kaç çocuk yapmaları gerektiğini söylüyor ve içki içen herkese alkolik diyor. Halk desteğinden bu kadar memnun olan bir hükümet neden birkaç eyleme hoşgörü gösteremiyor?” Yazının sonunda Erdoğan’ın durumu gerçekten çözümleyebildiği takdirde "Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyan lider" olarak hatırlanacağı, aksi takdirde Türkiye’nin kaybedeceği ifade edildi.
Times: Eski Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw ‘Erdoğan 60’lar ruhuyla yüzleşiyor’ başlıklı yazısında, “Erdoğan ve kurmayları AKP hükümetinin Türk ekonomisini getirdiği başarılı çizgiye rağmen, genç ve orta sınıfın büyük bir bölümünün neden hâlâ kendisini yabancı hissettiğini ve küskün, öfkeli olduğunu anlayamıyor. Bu bana 60’lı yılları hatırlatıyor. Savaştan çıkan büyüklerimiz, hayatımızın en güzel yıllarını yaşadığımızı düşünüyorlardı, bu yüzden neden isyan ettiğimizi anlayamamışlardı” dedi. Beklenmedik şeylerle karşılaşmanın hükümetlerin kaderi olduğunu söyleyen Straw “Kamuoyu adındaki köpek halının üzerine yayılmış yatıyor. Karnı tok, sırtı pek. Sonra bir anda nankör hayvan uyanıyor ve sizi arkadan ısırıyor” benzetmesi yaptı. Straw ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasının kendisinden beklenen reformların yapılmasına yardımcı olacağını da savundu.
Guardian: ‘Erdoğan Türk protestocuları vandal olarak nitelendirdi ve görmezden geldi’ ifadesiyle başlayan yazıda “Erdoğan eylemcilere seçimle meydan okudu. Erdoğan tüm hayat tarzlarına saygı duyduğunu ve halkın hizmetkarı olduğunu söyleyip kendisine yöneltilen suçlamaları reddetti.”
Times: “Erdoğan bu krizi yedi ay sonra yapılacak yerel seçimler için bir kampanya vasıtası haline getirmeye çalışıyor. Kendisini barışçı bir demokrat olarak tanımlayıp, protestocuları ‘yağmacı, anarşist ve terörist’ diye yaftalıyor” diye yazan Times, haberinin sonunda eylemlerin polis üzerinde de yoğun bir baskı yarattığını belirtiyor.
Liberation: Gazete ‘Taksim Cumhuriyeti Erdoğan’ın mezarı olabilir’ manşetiyle Gezi direnişini yeniden birinci sayfa manşetinden işledi. Birinci sayfadan, “Her akşam daha fazla gösterici İstanbul’un bu ünlü meydanına geliyor. Recep Tayyip Erdoğan ise çatışmayı seçti” diyerek olayları özetleyen gazete, içeride de, “Barışçıl isyanda, 10 günün sonunda gösterilerin büyük illere dağılmasının ardından, Başbakan atağa geçti ve kendi partizanlarını topladı” değerlendirmesi yaptı. “Despotluk” başlıklı başyazıda ise “The Economist gazetesi hatırlatıyor. Tıpkı ‘poll tax’ın Teatcher için, Senato reformunun De Gaulle için olduğu gibi, Gezi Parkı da AKP’li Başbakan’ın mezarı olabilir. Uyguladığı baskı, gösterileri daha da besliyor. Erdoğan göstericileri vandal ve çapulcu olarak değerlendirmeye devam ediyor ve bir adım ileri atmıyor. Seçimle geldiğini, 3 dönem seçildiğini ve halkın yüzde 50’sinin kendisini desteklediğini hatırlatmakta haklı. Ülkede önemli ekonomik büyüme sağlandı. Ve Osmanlı’dan bu yana Türkiye yeniden bir güç haline geldi. Ama göstericiler, Arap ülkelerinde olduğu gibi çürüyen yolsuz liderleri protesto etmiyor, Erdoğan hükümetinin toplumu İslamlaştırmaya çalışmasını ve otoriterliğini protesto ediyor. Çin’den daha fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkede, medya gösterilere neredeyse hiç yer vermiyor. Türban ya da alkolü sınırlayan yasa despotluğun sembolü oldu. Erdoğan’ın anlamadığı bir şey var, Atatürk ’ten bu yana ülke değişti ve modernize oldu” denildi. Gazete, Erdoğan’ın çatışma stratejisini seçmiş olmasının Orhan Pamuk gibi aydınları da endişelendirdiğini vurguladı.
Le Figaro: Nobel ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk, iktidarın inadını eleştirdi. Erdoğan’ın 31 Mayıs’tan bu yana yönetim biçimine karşı eşi görülmedik biçimde ayaklanan göstericilere karşı bilek güreşini seçtiğini belirten gazete, Erdoğan’ın ‘Sabrımızın da sınırı var’ diye tehdit etmesine rağmen göstericilerin hafta sonu daha büyük kalabalıklarla sokağa indiğine dikkat çekti. Erdoğan’ın 2014 yerel seçimleri için kampanya başlattığının da altını çizdi.
Le Monde: ‘Erdoğan karşı saldırıya geçti: Erdoğan, göstericilere yeniden ‘çapulcu ve aşırılar’ dedi ve gösterilerin içerden ve dışardan yönetilen bir komplo olduğunu' öne sürdü. Tüm medya organları gibi Erdoğan’ın “Sabrımızın da bir sınırı var” sözlerini alıntılayan Le Monde, “Başbakan Ankara’da bilmem kaçıncı konuşmasını yaparken, polis de Ankara’daki göstericilere şiddet uyguladı” dedi. Orhan Pamuk’un sözlerine atıfta bulunan gazete “İnsanların protesto nedenlerini anlıyorum. Ama endişeliyim, çünkü hala barışçıl bir çözüm yolu seçilmiş değil” sözlerini aktardı.
Fransız haber kanalı BFM TV: ‘Türkiye’de bilek güreşi: Erdoğan, sokağa dökülen halkı komplocu, anarşist ve çapulcular diye değerlendiriyor’. “Sabrettik ama sabrın da sınırı var. Göstericilerin arkasındaki politik güçler çıksın ortaya” diye konuşuyor. Konuştukça, tehdidin dozunu da artırıyor. Ama bu üslup, karşıtlarını korkutmuşa benzemiyor. Tüm ülkede gösteriler sürüyor. Bir gösterici, “Sabrın sınırı var’ demekle ne demek istiyor? Bizi öldürecek mi? Polisiyle gelip bizi öldürecek! Söylediklerinden bunu anlıyoruz” diyor. Erdoğan çatışmayı seçti, bu da uluslararası güçleri endişelendiriyor.”
RADİKAL/DIŞ HABERLER
Daily Telegraph: ‘Sağduyu zamanı’ başlıklı yazıda “ Recep Tayyip Erdoğan eylemler başladığından bu yana, ‘dramatik olaylar zincirinin nasıl krize çevrileceği konusunda herkese ders verdi” denildi. Yazı şöyle devam etti: “Ortamı sakinleştirmek yerine, eylemcileri ‘çapulcu, anarşist ve terörist’ olmakla suçladı, korkak medyanın önemsemediği eylemler hakkında bilgi akışının sağlandığı Twitter’ı ‘tehlike’ olarak gördü ve yapılanları ifade özgürlüğü olarak değil kendisine ve başarılarına hakaret olarak algıladı. Üstüne kalabalığı dağıtmak için biber gazı ve sis bombası atan eli ağır polis de eklenince, hararetli bir ortam yaratmış oldu.” Türkiye’nin Mısır olmadığını ve Erdoğan’ın oldukça popüler bir lider olduğunu belirten Telegraph, “Ancak Erdoğan’ın saldırgan ve otoriter tavrı bugüne kadarki icraatlarını tehlikeye sokuyor ve demokrasi konusundaki endişeleri artırıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin uzak tutulması gerektiğine inanan bazı Avrupa Birliği üyelerine de koz veriyor” dedi ve Erdoğan’ı sağduyulu davranmaya davet etti.
CNN: ‘Kurbandan zalime: Erdoğan’ın henüz bitmeyen dönüşümü’ başlıkla yazıda şu değerlendirme yer aldı: “Türkiye Mısır değil. Recep Tayyip Erdoğan Hüsnü Mübarek değil ve bu olaylar Türkiye baharı değil. Erdoğan’ın hâlâ seçim yapma şansı var. İster eski Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle gibi değerli bir devlet adamı olur ister geri kalan kariyerini Rus lider Vladimir Putin gibi harcar. Soru şu: Erdoğan’ın eylemcilerin taleplerini kabul edecek kararlılığı var mı? Çünkü bu Gezi Parkı’na dair kendi kişisel hayalini gerçekleştirememesi anlamına gelecek. Olayların bu kadar büyümesinin en önemli nedeni Erdoğan’ın kendisine yapılan eleştirilere kulak tıkaması. Söylemi kontrolden çıktı. Kadınlara kaç çocuk yapmaları gerektiğini söylüyor ve içki içen herkese alkolik diyor. Halk desteğinden bu kadar memnun olan bir hükümet neden birkaç eyleme hoşgörü gösteremiyor?” Yazının sonunda Erdoğan’ın durumu gerçekten çözümleyebildiği takdirde "Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyan lider" olarak hatırlanacağı, aksi takdirde Türkiye’nin kaybedeceği ifade edildi.
Times: Eski Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw ‘Erdoğan 60’lar ruhuyla yüzleşiyor’ başlıklı yazısında, “Erdoğan ve kurmayları AKP hükümetinin Türk ekonomisini getirdiği başarılı çizgiye rağmen, genç ve orta sınıfın büyük bir bölümünün neden hâlâ kendisini yabancı hissettiğini ve küskün, öfkeli olduğunu anlayamıyor. Bu bana 60’lı yılları hatırlatıyor. Savaştan çıkan büyüklerimiz, hayatımızın en güzel yıllarını yaşadığımızı düşünüyorlardı, bu yüzden neden isyan ettiğimizi anlayamamışlardı” dedi. Beklenmedik şeylerle karşılaşmanın hükümetlerin kaderi olduğunu söyleyen Straw “Kamuoyu adındaki köpek halının üzerine yayılmış yatıyor. Karnı tok, sırtı pek. Sonra bir anda nankör hayvan uyanıyor ve sizi arkadan ısırıyor” benzetmesi yaptı. Straw ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasının kendisinden beklenen reformların yapılmasına yardımcı olacağını da savundu.
Guardian: ‘Erdoğan Türk protestocuları vandal olarak nitelendirdi ve görmezden geldi’ ifadesiyle başlayan yazıda “Erdoğan eylemcilere seçimle meydan okudu. Erdoğan tüm hayat tarzlarına saygı duyduğunu ve halkın hizmetkarı olduğunu söyleyip kendisine yöneltilen suçlamaları reddetti.”
Times: “Erdoğan bu krizi yedi ay sonra yapılacak yerel seçimler için bir kampanya vasıtası haline getirmeye çalışıyor. Kendisini barışçı bir demokrat olarak tanımlayıp, protestocuları ‘yağmacı, anarşist ve terörist’ diye yaftalıyor” diye yazan Times, haberinin sonunda eylemlerin polis üzerinde de yoğun bir baskı yarattığını belirtiyor.
Liberation: Gazete ‘Taksim Cumhuriyeti Erdoğan’ın mezarı olabilir’ manşetiyle Gezi direnişini yeniden birinci sayfa manşetinden işledi. Birinci sayfadan, “Her akşam daha fazla gösterici İstanbul’un bu ünlü meydanına geliyor. Recep Tayyip Erdoğan ise çatışmayı seçti” diyerek olayları özetleyen gazete, içeride de, “Barışçıl isyanda, 10 günün sonunda gösterilerin büyük illere dağılmasının ardından, Başbakan atağa geçti ve kendi partizanlarını topladı” değerlendirmesi yaptı. “Despotluk” başlıklı başyazıda ise “The Economist gazetesi hatırlatıyor. Tıpkı ‘poll tax’ın Teatcher için, Senato reformunun De Gaulle için olduğu gibi, Gezi Parkı da AKP’li Başbakan’ın mezarı olabilir. Uyguladığı baskı, gösterileri daha da besliyor. Erdoğan göstericileri vandal ve çapulcu olarak değerlendirmeye devam ediyor ve bir adım ileri atmıyor. Seçimle geldiğini, 3 dönem seçildiğini ve halkın yüzde 50’sinin kendisini desteklediğini hatırlatmakta haklı. Ülkede önemli ekonomik büyüme sağlandı. Ve Osmanlı’dan bu yana Türkiye yeniden bir güç haline geldi. Ama göstericiler, Arap ülkelerinde olduğu gibi çürüyen yolsuz liderleri protesto etmiyor, Erdoğan hükümetinin toplumu İslamlaştırmaya çalışmasını ve otoriterliğini protesto ediyor. Çin’den daha fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkede, medya gösterilere neredeyse hiç yer vermiyor. Türban ya da alkolü sınırlayan yasa despotluğun sembolü oldu. Erdoğan’ın anlamadığı bir şey var, Atatürk ’ten bu yana ülke değişti ve modernize oldu” denildi. Gazete, Erdoğan’ın çatışma stratejisini seçmiş olmasının Orhan Pamuk gibi aydınları da endişelendirdiğini vurguladı.
Le Figaro: Nobel ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk, iktidarın inadını eleştirdi. Erdoğan’ın 31 Mayıs’tan bu yana yönetim biçimine karşı eşi görülmedik biçimde ayaklanan göstericilere karşı bilek güreşini seçtiğini belirten gazete, Erdoğan’ın ‘Sabrımızın da sınırı var’ diye tehdit etmesine rağmen göstericilerin hafta sonu daha büyük kalabalıklarla sokağa indiğine dikkat çekti. Erdoğan’ın 2014 yerel seçimleri için kampanya başlattığının da altını çizdi.
Le Monde: ‘Erdoğan karşı saldırıya geçti: Erdoğan, göstericilere yeniden ‘çapulcu ve aşırılar’ dedi ve gösterilerin içerden ve dışardan yönetilen bir komplo olduğunu' öne sürdü. Tüm medya organları gibi Erdoğan’ın “Sabrımızın da bir sınırı var” sözlerini alıntılayan Le Monde, “Başbakan Ankara’da bilmem kaçıncı konuşmasını yaparken, polis de Ankara’daki göstericilere şiddet uyguladı” dedi. Orhan Pamuk’un sözlerine atıfta bulunan gazete “İnsanların protesto nedenlerini anlıyorum. Ama endişeliyim, çünkü hala barışçıl bir çözüm yolu seçilmiş değil” sözlerini aktardı.
Fransız haber kanalı BFM TV: ‘Türkiye’de bilek güreşi: Erdoğan, sokağa dökülen halkı komplocu, anarşist ve çapulcular diye değerlendiriyor’. “Sabrettik ama sabrın da sınırı var. Göstericilerin arkasındaki politik güçler çıksın ortaya” diye konuşuyor. Konuştukça, tehdidin dozunu da artırıyor. Ama bu üslup, karşıtlarını korkutmuşa benzemiyor. Tüm ülkede gösteriler sürüyor. Bir gösterici, “Sabrın sınırı var’ demekle ne demek istiyor? Bizi öldürecek mi? Polisiyle gelip bizi öldürecek! Söylediklerinden bunu anlıyoruz” diyor. Erdoğan çatışmayı seçti, bu da uluslararası güçleri endişelendiriyor.”
RADİKAL/DIŞ HABERLER
3 aylık evliyim bir travestiyle yakınlaştım
Ben 34 yaşında, üç aylık evli bir erkeğim. İki ay önce bir travestiyle ilişki yaşadım. O beni zorladı ama o günden bu yana nasıl pişmanım bilemezsiniz.
Çok kötü bir şey yaptığımı düşünüyorum. Sanırım hastalık da kaptım. Kaşınma, ishal gibi problemlerim var.
Kime veya nereye başvurmam gerektiği hakkında yardımcı olursanız sevinirim.
Ayrıca şunu da belirteyim; eşcinsel değilim. İlk kez böyle bir şey yaptım.
Rumuz: Pişman
Güzin Abla'nın cevabı
Oğlum, tabii ki genelleme yapmıyorum ama, erkeklerin yaşamında buna benzer olaylar olabiliyor.
Özellikle ilk gençlik yıllarında böyle deneyimler yaşayanlar var.
Senin farkın, bunu evli bir erkek olarak yaşaman.
Belki bir zayıflık anındı, içkinin etkisindeydin ya da anlaşılmaz bir çekilme yaşadın.
Her şeyden önce; bunu eşinle asla paylaşma. Çünkü kadınlar bu gibi konularda çok hassastırlar. Seni affetmeyebilir.
İkincisi, eşinle ilişkiye girmeden önce mutlaka bir hastanenin zührevi hastalıklar bölümüne başvur. Doktoruna her şeyi anlat.Zaman kaybetme!
Hürriyet
Çok kötü bir şey yaptığımı düşünüyorum. Sanırım hastalık da kaptım. Kaşınma, ishal gibi problemlerim var.
Kime veya nereye başvurmam gerektiği hakkında yardımcı olursanız sevinirim.
Ayrıca şunu da belirteyim; eşcinsel değilim. İlk kez böyle bir şey yaptım.
Rumuz: Pişman
Güzin Abla'nın cevabı
Oğlum, tabii ki genelleme yapmıyorum ama, erkeklerin yaşamında buna benzer olaylar olabiliyor.
Özellikle ilk gençlik yıllarında böyle deneyimler yaşayanlar var.
Senin farkın, bunu evli bir erkek olarak yaşaman.
Belki bir zayıflık anındı, içkinin etkisindeydin ya da anlaşılmaz bir çekilme yaşadın.
Her şeyden önce; bunu eşinle asla paylaşma. Çünkü kadınlar bu gibi konularda çok hassastırlar. Seni affetmeyebilir.
İkincisi, eşinle ilişkiye girmeden önce mutlaka bir hastanenin zührevi hastalıklar bölümüne başvur. Doktoruna her şeyi anlat.Zaman kaybetme!
Hürriyet
‘Çapulcu’nun mektubu
İstanbul’daki bir üniversitenin öğretim üyesi, bana öğrencisinin yazdığı mektubu yolladı. İzniyle isimsiz olarak yayımlıyorum. Gezi Parkı direnişine katılan gençleri anlamak isteyenlere:
“Hocam şu an sınavda olmam gerekiyordu ancak ben Taksim’de, arkadaşlarımlayım. Size daha önce ‘sınava girmesem olur mu’ demiştim, sorun yok dediniz. Ancak birçok arkadaşım sınavda ve ben haksızlık olmaması için sınava gelmiş olsaydım yazacağım cümleleri yazmak istedim.
Sizden ekstra hiçbir not beklentim yok. Bana D bile verseniz mezun oluyorum. Yazıma gelince, malum, konu Gezi Parkı oluyor. Olayların, benim gözümden nasıl gerçekleştiğini anlatacağım.
Perşembe gecesi dışarı çıkmıştım. Gece geç geldim ve öğlene doğru kalktım. Televizyonu açtım, pek bir şey yoktu. Bursa’ya ailemin yanına gidecektim birkaç günlüğüne. Kardeşimi aradım, bana ‘twitter’a bakmadın mı, olaylardan haberin yok mu’ dedi. Neyse twitter’ı o kadar çok kullanmasam da şöyle bir baktım. Açıkçası pek ilgimi çekmedi ve “yine olaylar var, tünel kapalı değildir inşallah, Kabataş’a nasıl giderim” derdine düştüm.
Din konuşmalarından rahatsızım
Akşam ailemizin yanında, Bursa’daydık. Can sıkıntısından twitter’a baktım. Olaylar devam ediyordu ve ilk kez böyle bir şeyle karşılaştım: Kimse Gezi Parkı dışında bir şey yazmıyordu. Arkadaşlarımla konuştum. Herkes Taksim’e gidelim diye tutturdu. Ertesi gün Bursa’dan bir bahaneyle döndüm. Babam, 80 olaylarını yaşadığı için bir sürü tembihte bulundu.
Eski bir iki kıyafetimi giyip arkadaşlarımın evine gittim. Maske, süt ve limon alıp çıktık. Hiçbirimiz hayatımızda bir gösteriye katılmadık ve hiçbir siyasi partiye üye değildik. Oy kullandığımız partilerden de memnun değildik. Herkesin kendine göre bir sebebi vardı. Benim sebebim ise bir konuşmada ‘iki ayyaş’ denmesiydi. Aklıma ilk gelen İsmet İnönü ve Atatürk oldu.
İçki satışındaki kuralları pek eleştirmedim. Avrupa da birçok kuralı uyguluyordu. Ancak dinden yola çıkılarak yapılan konuşmalar beni rahatsız etti. Her hafta dışarı çıkarım, evde de dışarıda da içen birisiyim. Aynı zamanda dinimi de çok iyi bilirim. Kuran’ın Türkçesini okuyup anladığım için bana birinin inançlarım hakkında konuşma yapmasından dolayı rahatsız oldum. Bunlar beni yine de sokağa dökmedi.
Bize anlatılan Türkiye bu değil
Haber kanalları hiçbir şeyi vermediği gibi bir de halka sesleniş tarzı yayın yaptılar. İşte ben o an Taksim’de olmam gerektiğini düşündüm.
Harbiye tarafına çıktık, oradan Taksim’e gidecektik, inanılmaz bir insan kalabalığı vardı. Bir iki biber gazı bombası atıldı insanların üzerlerine doğru. İnsanlar kaçışmaya başladı. Yanımda 70-80 yaşlarında bir amca fenalık geçirdi, hastaneye götürdük, tanımadığım 6-7 kişiyle birlikte.
Hayatımda görmediğim, bir daha da büyük ihtimalle göremeyeceğim insanlar bana yardım etti. Gözlerim gazdan etkilendi. Tanımadığım bir abla yüzüme süt döküp aynı annem gibi yüzümü siliyordu.
Neyse olaylar duruldu, Taksim’e gittik. İlginç birçok şey gördüm. Ülkücüler kurt işareti yaparken komünistler yumruklarını sıkıyorlardı. ‘Babamın bana anlattığı bu iki farklı kutup, birbirini öldürmek isteyen insanlar bunlar mı?’ diye sordum kendime... Diğer bir taraftan Fenerlilerle Galatasaraylılar sarılmış yürüyorlardı. Başörtülü bir kız bize yiyecek ikram etti.
Bize anlatılan Türkiye tarihi ile Gezi Parkı örtüşmüyordu. Akşam oldu Akaretler’de olaylar çıktı. Aramızda anlaştık, ‘orada bulunalım, kalabalık olursa buradaki gibi sorun olmaz’ diye düşündük. Biz terörist değiliz, polise taş atalım, onlarla savaşalım derdinde değiliz, sadece elimizde Türk bayraklarıyla yürüyoruz.
Survivor izliyor olabilirdik
Biraz ileride 10 ya da 15 kişilik bir grup polisle çatıştı. Arkalarında ise bizim gibi bayrakları elinde olan 100 kişiye yakın insan vardı. Polis biber gazlarını attı, herkes kaçışmaya başladı. Sokaklar o kadar dar ki gidecek yer yoktu.
Yanımda üç kız arkadaşım vardı. Polis önüne gelene vurduğundan biz de bir apartmana sığındık. Apartmanda tanımadığımız iki kadın bizi evlerine aldı.
Geriye kalan günlerde şu an olduğu gibi buradaydım. İstesek Reina’ya gidip şampanya patlatırız bütün sene yaptığımız gibi. Ya da istesek evde oturup Survivor izleriz. Ama ben burada durmak dışında bir şey yapmak istemiyorum şu sıralar.
Ben liseyi okul üçüncüsü olarak bitirmiştim. İstanbul’a burslu geldim. Öyle çok yüksek notlar alamasam da bitiriyorum. Yani kendimi çapulcu olarak görmüyorum. Bilinçli ve duyarlı olduğumu düşünüyorum. Ancak marjinal olabilirim hocam. Çünkü gece 2’de Beşiktaş’ta deniz gözlükleriyle yürüyorum ve yürümeye de devam edeceğim.”
Mehveş Evin - Milliyet
“Hocam şu an sınavda olmam gerekiyordu ancak ben Taksim’de, arkadaşlarımlayım. Size daha önce ‘sınava girmesem olur mu’ demiştim, sorun yok dediniz. Ancak birçok arkadaşım sınavda ve ben haksızlık olmaması için sınava gelmiş olsaydım yazacağım cümleleri yazmak istedim.
Sizden ekstra hiçbir not beklentim yok. Bana D bile verseniz mezun oluyorum. Yazıma gelince, malum, konu Gezi Parkı oluyor. Olayların, benim gözümden nasıl gerçekleştiğini anlatacağım.
Perşembe gecesi dışarı çıkmıştım. Gece geç geldim ve öğlene doğru kalktım. Televizyonu açtım, pek bir şey yoktu. Bursa’ya ailemin yanına gidecektim birkaç günlüğüne. Kardeşimi aradım, bana ‘twitter’a bakmadın mı, olaylardan haberin yok mu’ dedi. Neyse twitter’ı o kadar çok kullanmasam da şöyle bir baktım. Açıkçası pek ilgimi çekmedi ve “yine olaylar var, tünel kapalı değildir inşallah, Kabataş’a nasıl giderim” derdine düştüm.
Din konuşmalarından rahatsızım
Akşam ailemizin yanında, Bursa’daydık. Can sıkıntısından twitter’a baktım. Olaylar devam ediyordu ve ilk kez böyle bir şeyle karşılaştım: Kimse Gezi Parkı dışında bir şey yazmıyordu. Arkadaşlarımla konuştum. Herkes Taksim’e gidelim diye tutturdu. Ertesi gün Bursa’dan bir bahaneyle döndüm. Babam, 80 olaylarını yaşadığı için bir sürü tembihte bulundu.
Eski bir iki kıyafetimi giyip arkadaşlarımın evine gittim. Maske, süt ve limon alıp çıktık. Hiçbirimiz hayatımızda bir gösteriye katılmadık ve hiçbir siyasi partiye üye değildik. Oy kullandığımız partilerden de memnun değildik. Herkesin kendine göre bir sebebi vardı. Benim sebebim ise bir konuşmada ‘iki ayyaş’ denmesiydi. Aklıma ilk gelen İsmet İnönü ve Atatürk oldu.
İçki satışındaki kuralları pek eleştirmedim. Avrupa da birçok kuralı uyguluyordu. Ancak dinden yola çıkılarak yapılan konuşmalar beni rahatsız etti. Her hafta dışarı çıkarım, evde de dışarıda da içen birisiyim. Aynı zamanda dinimi de çok iyi bilirim. Kuran’ın Türkçesini okuyup anladığım için bana birinin inançlarım hakkında konuşma yapmasından dolayı rahatsız oldum. Bunlar beni yine de sokağa dökmedi.
Bize anlatılan Türkiye bu değil
Haber kanalları hiçbir şeyi vermediği gibi bir de halka sesleniş tarzı yayın yaptılar. İşte ben o an Taksim’de olmam gerektiğini düşündüm.
Harbiye tarafına çıktık, oradan Taksim’e gidecektik, inanılmaz bir insan kalabalığı vardı. Bir iki biber gazı bombası atıldı insanların üzerlerine doğru. İnsanlar kaçışmaya başladı. Yanımda 70-80 yaşlarında bir amca fenalık geçirdi, hastaneye götürdük, tanımadığım 6-7 kişiyle birlikte.
Hayatımda görmediğim, bir daha da büyük ihtimalle göremeyeceğim insanlar bana yardım etti. Gözlerim gazdan etkilendi. Tanımadığım bir abla yüzüme süt döküp aynı annem gibi yüzümü siliyordu.
Neyse olaylar duruldu, Taksim’e gittik. İlginç birçok şey gördüm. Ülkücüler kurt işareti yaparken komünistler yumruklarını sıkıyorlardı. ‘Babamın bana anlattığı bu iki farklı kutup, birbirini öldürmek isteyen insanlar bunlar mı?’ diye sordum kendime... Diğer bir taraftan Fenerlilerle Galatasaraylılar sarılmış yürüyorlardı. Başörtülü bir kız bize yiyecek ikram etti.
Bize anlatılan Türkiye tarihi ile Gezi Parkı örtüşmüyordu. Akşam oldu Akaretler’de olaylar çıktı. Aramızda anlaştık, ‘orada bulunalım, kalabalık olursa buradaki gibi sorun olmaz’ diye düşündük. Biz terörist değiliz, polise taş atalım, onlarla savaşalım derdinde değiliz, sadece elimizde Türk bayraklarıyla yürüyoruz.
Survivor izliyor olabilirdik
Biraz ileride 10 ya da 15 kişilik bir grup polisle çatıştı. Arkalarında ise bizim gibi bayrakları elinde olan 100 kişiye yakın insan vardı. Polis biber gazlarını attı, herkes kaçışmaya başladı. Sokaklar o kadar dar ki gidecek yer yoktu.
Yanımda üç kız arkadaşım vardı. Polis önüne gelene vurduğundan biz de bir apartmana sığındık. Apartmanda tanımadığımız iki kadın bizi evlerine aldı.
Geriye kalan günlerde şu an olduğu gibi buradaydım. İstesek Reina’ya gidip şampanya patlatırız bütün sene yaptığımız gibi. Ya da istesek evde oturup Survivor izleriz. Ama ben burada durmak dışında bir şey yapmak istemiyorum şu sıralar.
Ben liseyi okul üçüncüsü olarak bitirmiştim. İstanbul’a burslu geldim. Öyle çok yüksek notlar alamasam da bitiriyorum. Yani kendimi çapulcu olarak görmüyorum. Bilinçli ve duyarlı olduğumu düşünüyorum. Ancak marjinal olabilirim hocam. Çünkü gece 2’de Beşiktaş’ta deniz gözlükleriyle yürüyorum ve yürümeye de devam edeceğim.”
Mehveş Evin - Milliyet
Cem Yılmaz'dan Erdoğan'a 'kalpsiz' benzetmesi
Yeri geldiğinde küçülmesini de bilen, her yerden geçer.
Sökülen ağacın bildikleri
Ağaçlar bizden büyüktürler. Yanlarında kibrinden soyunursun.
Herkesin bazen küçülmeye ihtiyacı olur. Küçük bir kapı vardır, büyük bir diyara açılan. O kapıdan geçmek gerekir bazen.
Utanmadan, gocunmadan küçüldükçe küçülmen gerekir o kapıdan geçmek için. Sonra göreceklerin senin yeryüzündeki cennetin olabilir.
Böyle zamanlarda, mesela gidip bir sekoya ağacının yanında durmak iyi gelebilir.
Sana “Seni gidi insancık, bu alemde herkes zerrecik” diye hitap eden bir canlının olması, içini ilahi bir teslimiyetle doldurabilir. Yeri geldiğinde küçülmesini de bilen, her yerden geçer.
Ağaçlar etraflarındaki her şeyle diyalog halindedirler. Toprakla, rüzgarla, iklimlerle, güneşle, köklerindeki minerallerle, havada uçuşan polenlerle, kuşlarla, arılarla, onları çevreleyen tüm canlılarla canla başla konuşurlar. Onlara tepki vermeden bir an bile durmazlar.
Canlılığın ancak iletişimle devam edeceğini bizden bile iyi bilirler.
Ağaçlar kendilerini şartlara göre şekillendirebilirler.
“Nastic” denilen küçük hareketlerle, yapraklarını, dallarını hatta köklerini bile kıpırdatabilirler.
Kökleriyle yerçekimine boyun eğerken, dallarıyla gökyüzüne doğru esnerler. Zıt yönlerde uzayarak büyürler.
Ağaçlar, kendi sağlıkları için, kendilerine benzemeyen türlerin bilhassa yanında kök salarlar. Bir ağaç, kendi türünden biri mikrop kaptığında, ona da bulaşacağını bildiğinden, gider kendinden apayrı bir türün yanında durur. Tropik ormanlar tam da budur işte.
Kendinden başkasını ötekileştirmeyen, hiç hasta olmaz.
Ağaçlar, tek bir yaprağı bile ayırt etmeden, binlercesini güneşe doğru kaldırırlar. Bu büyük bir iştir. Dallarıyla, meyvelerini, çiçeklerini ve yapraklarını teker teker güneşe tutarlar.
Doğada gölgelerden kaçma kanunu vardır. Herkes, yüzüne güneş ışığı vursun ve kabul görsün ister.
Bunu başaran ağaçların mimarisi şaheserdir.
Ağaçlar birbirlerine hiç benzemezler. Tik ağacı çok yavaş büyür, sekoya ihtiyacı olan suyu sisten alır, incir ağacı sadece bir tür yaban arısı sayesinde çiftleşir, mangrov ağaçlarının kökü suda durur, gülle ağacının meyveleri gövdesinden çıkar, huş ağacı melankoliktir...
Doğayı kutlamak, her birini farklarıyla kabul ederek sevmektir.
Ağaçlar, bizim büyüğümüzdür. Bu dünyada bizden evvel vardılar ve bizden çok daha uzun yaşarlar.
Erdemli insan olmayı, bir arada yaşamayı onlardan öğrenebiliriz.
Buda’nın, bir incir ağacının altında aydınlandığı söylenir.
Demek ki bir insan, bir ağacın altında, gerektiğinde küçülüp değişerek ve evrendeki her şeyle mütemadiyen konuşarak ve bu çokluğu yüreğiyle kutlayarak aydınlanabilir bile.
Nil Karaibrahimgil - Hürriyet
Ağaçlar bizden büyüktürler. Yanlarında kibrinden soyunursun.
Herkesin bazen küçülmeye ihtiyacı olur. Küçük bir kapı vardır, büyük bir diyara açılan. O kapıdan geçmek gerekir bazen.
Utanmadan, gocunmadan küçüldükçe küçülmen gerekir o kapıdan geçmek için. Sonra göreceklerin senin yeryüzündeki cennetin olabilir.
Böyle zamanlarda, mesela gidip bir sekoya ağacının yanında durmak iyi gelebilir.
Sana “Seni gidi insancık, bu alemde herkes zerrecik” diye hitap eden bir canlının olması, içini ilahi bir teslimiyetle doldurabilir. Yeri geldiğinde küçülmesini de bilen, her yerden geçer.
Ağaçlar etraflarındaki her şeyle diyalog halindedirler. Toprakla, rüzgarla, iklimlerle, güneşle, köklerindeki minerallerle, havada uçuşan polenlerle, kuşlarla, arılarla, onları çevreleyen tüm canlılarla canla başla konuşurlar. Onlara tepki vermeden bir an bile durmazlar.
Canlılığın ancak iletişimle devam edeceğini bizden bile iyi bilirler.
Ağaçlar kendilerini şartlara göre şekillendirebilirler.
“Nastic” denilen küçük hareketlerle, yapraklarını, dallarını hatta köklerini bile kıpırdatabilirler.
Kökleriyle yerçekimine boyun eğerken, dallarıyla gökyüzüne doğru esnerler. Zıt yönlerde uzayarak büyürler.
Ağaçlar, kendi sağlıkları için, kendilerine benzemeyen türlerin bilhassa yanında kök salarlar. Bir ağaç, kendi türünden biri mikrop kaptığında, ona da bulaşacağını bildiğinden, gider kendinden apayrı bir türün yanında durur. Tropik ormanlar tam da budur işte.
Kendinden başkasını ötekileştirmeyen, hiç hasta olmaz.
Ağaçlar, tek bir yaprağı bile ayırt etmeden, binlercesini güneşe doğru kaldırırlar. Bu büyük bir iştir. Dallarıyla, meyvelerini, çiçeklerini ve yapraklarını teker teker güneşe tutarlar.
Doğada gölgelerden kaçma kanunu vardır. Herkes, yüzüne güneş ışığı vursun ve kabul görsün ister.
Bunu başaran ağaçların mimarisi şaheserdir.
Ağaçlar birbirlerine hiç benzemezler. Tik ağacı çok yavaş büyür, sekoya ihtiyacı olan suyu sisten alır, incir ağacı sadece bir tür yaban arısı sayesinde çiftleşir, mangrov ağaçlarının kökü suda durur, gülle ağacının meyveleri gövdesinden çıkar, huş ağacı melankoliktir...
Doğayı kutlamak, her birini farklarıyla kabul ederek sevmektir.
Ağaçlar, bizim büyüğümüzdür. Bu dünyada bizden evvel vardılar ve bizden çok daha uzun yaşarlar.
Erdemli insan olmayı, bir arada yaşamayı onlardan öğrenebiliriz.
Buda’nın, bir incir ağacının altında aydınlandığı söylenir.
Demek ki bir insan, bir ağacın altında, gerektiğinde küçülüp değişerek ve evrendeki her şeyle mütemadiyen konuşarak ve bu çokluğu yüreğiyle kutlayarak aydınlanabilir bile.
Nil Karaibrahimgil - Hürriyet
"Krikor Ustanın kışlası varsın olmasın"
Milletin gücünü arkasına almış bir liderin ‘ağaca da kıymam, gençlere de; Krikor Ustanın kışlası varsın olmasın’ demesi ne kadar güzeldir!
Hürriyet
İsveç'te makinist ve kondüktörlerden "etekli" protesto
Tren şirketinin üniforma zorunluluğunu protesto eden erkek makinist ve kondüktörler işe etekle gidiyor
İsveç 'te erkek makinistler ve kondüktörler, tren şirketinin üniforma zorunluluğunu protesto etmek için işe etekle gidiyor.
Stockholm'un kuzeyinde Roslagsbanan hattında çalışan makinist Martin Akersten, kendisi ve 10'dan fazla meslektaşının, yaz aylarında şort giymelerine izin vermeyen ve üniforma zorunluluğu getiren şirketi protesto etmek için işte etek giymeye başladıklarını söyledi.
Akersten, yolcuların etek giymelerine olumlu tepki verdiklerini ifade ederken, hattı işleten Arriva şirketi, çalışanların eylemlerini durdurmadı.
Arriva'nın sözcüsü Tomas Hedenius, şirketin, personelin "düzgün ve iyi" görünümlü olmasını istediğini, ancak eğer istiyorlarsa erkeklerin "kadın kıyafetleri" giymelerini engelleyemeceklerini, bunun ayrımcılık olacağını açıkladı.
Hedenius, şirketin üniforma politikasında ise değişikliğe gidilmeyeceğini bildirdi.(AA)
İsveç 'te erkek makinistler ve kondüktörler, tren şirketinin üniforma zorunluluğunu protesto etmek için işe etekle gidiyor.
Stockholm'un kuzeyinde Roslagsbanan hattında çalışan makinist Martin Akersten, kendisi ve 10'dan fazla meslektaşının, yaz aylarında şort giymelerine izin vermeyen ve üniforma zorunluluğu getiren şirketi protesto etmek için işte etek giymeye başladıklarını söyledi.
Akersten, yolcuların etek giymelerine olumlu tepki verdiklerini ifade ederken, hattı işleten Arriva şirketi, çalışanların eylemlerini durdurmadı.
Arriva'nın sözcüsü Tomas Hedenius, şirketin, personelin "düzgün ve iyi" görünümlü olmasını istediğini, ancak eğer istiyorlarsa erkeklerin "kadın kıyafetleri" giymelerini engelleyemeceklerini, bunun ayrımcılık olacağını açıkladı.
Hedenius, şirketin üniforma politikasında ise değişikliğe gidilmeyeceğini bildirdi.(AA)
"Polisler de İnsan, Eşcinseller de Bizdenmiş Bak"
İyiliğin sıradanlaşmasıyla, sokağa düşmesiyle başlar her şey. Şık dursun diye değil, doğrular içerisinde en doğru olduğuna inanıldığı için. Duygulanmak için değil, başka bir davranışın mümkün olmadığı, olamayacağı için.
Tuvalet ihtiyacından, su ihtiyacına kadar parasız bir adım dahi atamayacağınızı bilirken, her şeyin bedava olduğu ya da takas usulü ile işlediği kurtarılmış bölgeye düştüğünüzde gerçeklik algınız biraz şaşırıyor ilkin. En ufak ihtiyacınızı sesli zikretmeye görün, yardımınıza yetişen insanlara tam teşekkür edecekken, bakmışsınız onlar işlerine, sohbetlerine dönmüşlerken de öyle. Birazcık duygulanmak için kenara çekilip düşünmeye başladığınızda, aslında tüm bu gördüklerinizin olağanüstü şeyler olmadığını da itiraf ediyorsunuz kendinize.
Şu aralar, iyilik denen şeye karşı yabancılaştığımızın kanıtı olan komik tepkiler veriyoruz. Şehir jargonunda –vakitli vakitsiz- tutumsuzca harcadığımız teşekkür edişlerimize bakılırsa, günlük iyilik görme dozumuz da anlaşılabilir. Fazlası afallatır, dilden dile efsane gibi anlatılır, bugünlerde olduğu gibi.
İyiliğin sıradanlaşmasıyla, sokağa düşmesiyle başlar her şey. Şık dursun diye değil, iyinin doğrular içerisinde en doğru olduğuna inanıldığı için. Duygulanmak için değil, başka bir davranışın mümkün olmadığı, olamayacağı için. Kötü olanın tercih olarak dahi akıla gelmeyeceği için. Copuyla, tazyikli suyuyla, gaz bombasıyla peşinde koşan polislere rağmen hiç tanımadığı birini yerden kaldırmaya çalışan, gaz bombasının etkisiyle nefes almak için cebelleşen birine ev yapımı ilacıyla yetişen, apartmanında mahsur kalan eylemciye poğaça ikram eden insanlara şaşkınlığımız hiç anlaşılabilir değil esasında. Mahsun Kırmızıgül’ün bile yazamayacağı duygulu diyaloglar, ajite yeteneğinin göstermekte yetemeyeceği sahneler il il gösteriliyor sokaklarda. Bu duygu selinde fark ediyor ki insan, biz iyiliğe ırak düşmüşüz, iyiliği bir hayli unutmuşuz. Bu büyülenmiş, hayret etmiş halimiz bu yüzden.
Roboski Katliamı sonrası kaza yapan askerlere yetişen köylülere verdiğimiz tepki gibi ya da dozerin karşısında ağaçları korumaya çalışan bir adamın samimiyetine inanmakta gösterdiğimiz tereddüt gibi. Neye nasıl alıştırılmışsak artık, Başbakan’a sorulması gereken soruları sorduğu için bir gazeteciye akrostiş şiirler yazacak kadar duygulanmamız gibi. Biz şaşkınlar, aklın yolundan, hislerin yolundan sapıp nerelere gelmişiz. Olağan vaziyeti olağanüstü algılayacak kadar teknik insanlar olmuşuz ve ne kadar kötü olmuşuz ki iyiliğe yeni keşfedilmiş bir insan meziyeti olarak bakıyoruz.
Ve gene bu duygu selinde detaylıca düşünmeye fırsat bulamadığımızdan olsa gerek erkeklerin duvarlara yazdığı küfürleri biz kadınlar sildik. Ev içindeki kadın emeğini görünür hale getirmeye çalışıyorken, baktık ki direnişin sokağında da arkalarına bıraktığı pisliği gene biz siliyoruz.
Tüm bu olaylar esnasında polisin de insan olduğunu hatırlatan insan türü keşifçileri var. İnsanın da berbat bir mahlûkat olduğu bir yana. Geride ölüler varken, kafası patlatılmış, gözünü kaybetmiş insanlara kim bunu yaptı diye sormak istiyor insan. Elinde copuyla, kafasındaki kaskla, gövdesindeki yelekle, arkasına aldığı tomayla pek insana benzemeyen yeni bir tür olarak “insan polisin”, ölüm makinesi gibi sokaklara dalıp yoruluncaya kadar şiddet uyguladığı unutuluyor. Üstüne bir de hedef gözeterek gaz bombasını fırlatan polise karşı gelişin altı doldurulmaya çalışılıyor. Onlarca yaralı gözünüzün önünüzden geçmişken, ölüm haberleri almışken ve tüm bunlar olmadan önce çok basit bir hak ihlalini protesto etmek için alana çıkmışken neyin altı doldurulmaya, meşru zemine taşınmaya çalışılıyor, anlamıyor insan. Kıytırık bir gaz maskesi ile haksız bir savaş muharebe alanı. Ve düşünün taş attığınız yer, taşınızla hiç muhatap olmayacak kadar donanımlı.
Bir tek polisin insan olduğu hatırlatılmıyor bu aralar. Eşcinsellerin de insan olduğu hatırlatması var. Polisin insan olduğu hatırlatması anlamlı olabiliyorken -teçhizatlarına bakarken bir an için unutabiliyor insan- eşcinsellerin insan olduğu hatırlatması kendi aramızda bile şüpheler mi var sorusunu akla getirip, gülümsetiyor insanı. Bu insanların, çoğunluğu oluşturan herkeslerden çok bir şeylerin değişmesine ihtiyacı olduğu malumumuz. Rahat heteroseksüellerin anlayamayacağı bir şey. “Bak, onlarda bizden” değil de alana herkeslerden çok yakışıyor olmaları konuşulsaydı keşke.
Bunca yıldır ülkenin Batı’sı, Doğu’sunu anlamıyor derken hazır fırsat gelmiş ve en az Doğu kadar düşmüşken Batı, Doğu, Batı’ya alaycı bir söylem geliştiriyor. Bunlar, bunlar olurken nerelerdeydiniz diye. Emin olabilseydik keşke, devletin PKK’yi sinsi sinsi kemirmeye başlamadığından. Adım başı kurduğu karakolları halk meclisi olarak kullanacaklarından. Barış ekonomisi bahanesiyle parsel parsel topraklarının talan edilmeyeceğinden. Hangi gerilla hareketi devletin masasından sağ çıkabilmiş merak edip tarihe bakmak istiyor insan. Bilsek ki devlete dayanılan sırt yere gelmez, bilsek ama bilmiyoruz işte. Kötü örnekler var elimizde. Bildiğimiz en kesin şey dayanışma oysa, sadece dayanışma.
Bu arada Orhan Pamuk’un bir el atımlık yardımına muhtaçmışız gibi veryansın ediliyor kendisine. Herkes alanda yumruk sallamak zorunda değildir. Zorunluluktan dolayı yazdığı cümleler, edebi geçmişinde en kötü sıraladığı cümleler olarak akıllarda kalacak. Niye iyi bir yazar baskıyla arada derede bırakılıp, huzursuz edilir ki? Devrimci ruhun herkeste olması gerektiği düşüncesi ayrı bir tahakküm biçimidir. Aydın olmak bir meslek tercihidir ve her eli kalem tutan o mesleği icra etmek zorunda değildir. Pamuk’un yolu açık olsun, nice ödüllere doysun.
Taksim ile sınırlandırılan talepler ise kalpleri kırar, şevkleri bozar. Roboski’den, Pozantı’dan sonra sokağa çıkılmamasının kalpleri kırdığı gibi. Hasta tutukluların yaşadıklarına karşı bir şey yapılmaması gibi. Sözüm ona havalı üniversitelere giremeyip, Anadolu Üniversiteleri’nde okuyan, halen mahkemeleri süren, üç insan ömrü kadar hüküm giyen öğrencilerin kırıldığı gibi.
Hazır bu ülke için iyiye yormaya başladık bir şeyleri, sevindik karamsar öngörülerimiz darmaduman oldu diye, bunları da düşünelim, duygulanmayı bıraktığımız bölük pörçük aralarda. Hülyamız bozulmasın, gittiği yere kadar ama şu da gerçek ki, varoşlardaki direnişe uzanamayan, tek bir alanın etrafında dönen direnişin mekânsal boyutuna yakışacak kadar, kısadır ömrü. (FG/HK)
Filiz Gazi - Bianet
Tuvalet ihtiyacından, su ihtiyacına kadar parasız bir adım dahi atamayacağınızı bilirken, her şeyin bedava olduğu ya da takas usulü ile işlediği kurtarılmış bölgeye düştüğünüzde gerçeklik algınız biraz şaşırıyor ilkin. En ufak ihtiyacınızı sesli zikretmeye görün, yardımınıza yetişen insanlara tam teşekkür edecekken, bakmışsınız onlar işlerine, sohbetlerine dönmüşlerken de öyle. Birazcık duygulanmak için kenara çekilip düşünmeye başladığınızda, aslında tüm bu gördüklerinizin olağanüstü şeyler olmadığını da itiraf ediyorsunuz kendinize.
Şu aralar, iyilik denen şeye karşı yabancılaştığımızın kanıtı olan komik tepkiler veriyoruz. Şehir jargonunda –vakitli vakitsiz- tutumsuzca harcadığımız teşekkür edişlerimize bakılırsa, günlük iyilik görme dozumuz da anlaşılabilir. Fazlası afallatır, dilden dile efsane gibi anlatılır, bugünlerde olduğu gibi.
İyiliğin sıradanlaşmasıyla, sokağa düşmesiyle başlar her şey. Şık dursun diye değil, iyinin doğrular içerisinde en doğru olduğuna inanıldığı için. Duygulanmak için değil, başka bir davranışın mümkün olmadığı, olamayacağı için. Kötü olanın tercih olarak dahi akıla gelmeyeceği için. Copuyla, tazyikli suyuyla, gaz bombasıyla peşinde koşan polislere rağmen hiç tanımadığı birini yerden kaldırmaya çalışan, gaz bombasının etkisiyle nefes almak için cebelleşen birine ev yapımı ilacıyla yetişen, apartmanında mahsur kalan eylemciye poğaça ikram eden insanlara şaşkınlığımız hiç anlaşılabilir değil esasında. Mahsun Kırmızıgül’ün bile yazamayacağı duygulu diyaloglar, ajite yeteneğinin göstermekte yetemeyeceği sahneler il il gösteriliyor sokaklarda. Bu duygu selinde fark ediyor ki insan, biz iyiliğe ırak düşmüşüz, iyiliği bir hayli unutmuşuz. Bu büyülenmiş, hayret etmiş halimiz bu yüzden.
Roboski Katliamı sonrası kaza yapan askerlere yetişen köylülere verdiğimiz tepki gibi ya da dozerin karşısında ağaçları korumaya çalışan bir adamın samimiyetine inanmakta gösterdiğimiz tereddüt gibi. Neye nasıl alıştırılmışsak artık, Başbakan’a sorulması gereken soruları sorduğu için bir gazeteciye akrostiş şiirler yazacak kadar duygulanmamız gibi. Biz şaşkınlar, aklın yolundan, hislerin yolundan sapıp nerelere gelmişiz. Olağan vaziyeti olağanüstü algılayacak kadar teknik insanlar olmuşuz ve ne kadar kötü olmuşuz ki iyiliğe yeni keşfedilmiş bir insan meziyeti olarak bakıyoruz.
Ve gene bu duygu selinde detaylıca düşünmeye fırsat bulamadığımızdan olsa gerek erkeklerin duvarlara yazdığı küfürleri biz kadınlar sildik. Ev içindeki kadın emeğini görünür hale getirmeye çalışıyorken, baktık ki direnişin sokağında da arkalarına bıraktığı pisliği gene biz siliyoruz.
Tüm bu olaylar esnasında polisin de insan olduğunu hatırlatan insan türü keşifçileri var. İnsanın da berbat bir mahlûkat olduğu bir yana. Geride ölüler varken, kafası patlatılmış, gözünü kaybetmiş insanlara kim bunu yaptı diye sormak istiyor insan. Elinde copuyla, kafasındaki kaskla, gövdesindeki yelekle, arkasına aldığı tomayla pek insana benzemeyen yeni bir tür olarak “insan polisin”, ölüm makinesi gibi sokaklara dalıp yoruluncaya kadar şiddet uyguladığı unutuluyor. Üstüne bir de hedef gözeterek gaz bombasını fırlatan polise karşı gelişin altı doldurulmaya çalışılıyor. Onlarca yaralı gözünüzün önünüzden geçmişken, ölüm haberleri almışken ve tüm bunlar olmadan önce çok basit bir hak ihlalini protesto etmek için alana çıkmışken neyin altı doldurulmaya, meşru zemine taşınmaya çalışılıyor, anlamıyor insan. Kıytırık bir gaz maskesi ile haksız bir savaş muharebe alanı. Ve düşünün taş attığınız yer, taşınızla hiç muhatap olmayacak kadar donanımlı.
Bir tek polisin insan olduğu hatırlatılmıyor bu aralar. Eşcinsellerin de insan olduğu hatırlatması var. Polisin insan olduğu hatırlatması anlamlı olabiliyorken -teçhizatlarına bakarken bir an için unutabiliyor insan- eşcinsellerin insan olduğu hatırlatması kendi aramızda bile şüpheler mi var sorusunu akla getirip, gülümsetiyor insanı. Bu insanların, çoğunluğu oluşturan herkeslerden çok bir şeylerin değişmesine ihtiyacı olduğu malumumuz. Rahat heteroseksüellerin anlayamayacağı bir şey. “Bak, onlarda bizden” değil de alana herkeslerden çok yakışıyor olmaları konuşulsaydı keşke.
Bunca yıldır ülkenin Batı’sı, Doğu’sunu anlamıyor derken hazır fırsat gelmiş ve en az Doğu kadar düşmüşken Batı, Doğu, Batı’ya alaycı bir söylem geliştiriyor. Bunlar, bunlar olurken nerelerdeydiniz diye. Emin olabilseydik keşke, devletin PKK’yi sinsi sinsi kemirmeye başlamadığından. Adım başı kurduğu karakolları halk meclisi olarak kullanacaklarından. Barış ekonomisi bahanesiyle parsel parsel topraklarının talan edilmeyeceğinden. Hangi gerilla hareketi devletin masasından sağ çıkabilmiş merak edip tarihe bakmak istiyor insan. Bilsek ki devlete dayanılan sırt yere gelmez, bilsek ama bilmiyoruz işte. Kötü örnekler var elimizde. Bildiğimiz en kesin şey dayanışma oysa, sadece dayanışma.
Bu arada Orhan Pamuk’un bir el atımlık yardımına muhtaçmışız gibi veryansın ediliyor kendisine. Herkes alanda yumruk sallamak zorunda değildir. Zorunluluktan dolayı yazdığı cümleler, edebi geçmişinde en kötü sıraladığı cümleler olarak akıllarda kalacak. Niye iyi bir yazar baskıyla arada derede bırakılıp, huzursuz edilir ki? Devrimci ruhun herkeste olması gerektiği düşüncesi ayrı bir tahakküm biçimidir. Aydın olmak bir meslek tercihidir ve her eli kalem tutan o mesleği icra etmek zorunda değildir. Pamuk’un yolu açık olsun, nice ödüllere doysun.
Taksim ile sınırlandırılan talepler ise kalpleri kırar, şevkleri bozar. Roboski’den, Pozantı’dan sonra sokağa çıkılmamasının kalpleri kırdığı gibi. Hasta tutukluların yaşadıklarına karşı bir şey yapılmaması gibi. Sözüm ona havalı üniversitelere giremeyip, Anadolu Üniversiteleri’nde okuyan, halen mahkemeleri süren, üç insan ömrü kadar hüküm giyen öğrencilerin kırıldığı gibi.
Hazır bu ülke için iyiye yormaya başladık bir şeyleri, sevindik karamsar öngörülerimiz darmaduman oldu diye, bunları da düşünelim, duygulanmayı bıraktığımız bölük pörçük aralarda. Hülyamız bozulmasın, gittiği yere kadar ama şu da gerçek ki, varoşlardaki direnişe uzanamayan, tek bir alanın etrafında dönen direnişin mekânsal boyutuna yakışacak kadar, kısadır ömrü. (FG/HK)
Filiz Gazi - Bianet
Almanya'da Eşcinsel Çiftlere Vergilendirmede Eşitlik
Almanya Anayasa Mahkemesi, vergilendirme konusunda eşcinsel çiftlerin, evli çiftlerle eşit haklara sahip olması gerektiğine hükmetti. Muhafazakarların bir kısmı karara tepkili.
Almanya Anayasa Mahkemesi, vergilendirme konusunda eşcinsel çiftlerin, evli çiftlerle eşit haklara sahip olması gerektiğine hükmetti. İlgili karar, “evli eşlere uygulanan vergilendirmeden medeni birlikteliklerin hariç tutulması anayasaya aykırıdır” başlığıyla basınla paylaşıldı. Muhafazakarların bir kısmı karara tepkili.
Ağustos 2012’de Hristiyan Demokrat Birlik Partili (CDU) Federal Almanya Aile Bakanı Kristina Schröder’in ‘medeni birliktelik yaşayan’ eşcinsel çiftlere evli heteroseksüel çiftlerle eşit bir vergi uygulaması sağlanması önerisine Hristiyanların diğer kanadından karşı sesler yükselmiş, Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı Horst Seehofer, öneriye “partnerlerin birbirini desteklediği eşcinsel birlikteliğe saygı duyuyoruz. Ancak evlilik ve aile ayrıcalıklı kalmalıdır. Bu konuda değişiklik yapmamalıyız” yorumunda bulunmuştu.
Almanya’da eşcinsel birlikteliklere resmiyet kazandıran “medeni birliktelik” (eingetragene Lebenspartnerschaft) yasası, dönemin Sosyal Demokrat-Yeşiller hükümetinin ortaklığında 1 Ağustos 2001 tarihinde yürürlüğe girdiğinde, yine muhafazakarlar tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Almanya Anayasa Mahkemesi Temmuz 2013 tarihli kararının gerekçesinde, “cinsel yönelim nedeniyle eşitsiz uygulama anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır” deniyor. Böylece gelinen son aşamada, vergilendirme uygulamalarında, eşcinsel eşler için değişikliğin 2001 yılına dönük olarak yapılması gerekiyor.
Almanya’da evli çiftler bir takım vergilendirme avantajlarından yararlanabiliyor. Örneğin eşlerden her biri, gelir seviyesine göre farklı vergi diliminde yer alabiliyor. Daha düşük vergi dilimine geçen daha az vergi ödeyerek ‘aile bütçesine’ daha fazla katkıda bulunmuş oluyor. Eşlerden birinin işsiz kalması veya bakıma muhtaç hale gelmesi durumundaysa, diğeri masrafları karşılamak zorunda. Ancak evli çiftlere tanınan sözkonusu vergilendirme avantajları, Almanya’da yıllardır kendi içinde de tartışmalı bir konu. Eşlerden birinin diğerine göre gelirinin çok daha yüksek olduğu aileleri desteklendiği, özellikle kadınları evde oturmaya teşvik ettiği yönünde görüşler de var.
Muhafazakar eğilimli Die Welt gazetesi, karara şaşırmadığı gibi sonuçtan memnun da. Hıristiyan Demokrat Birlik ve Hıristiyan Sosyal Birlik partilerine bir de nasihati var: “Geleneksel evlilikleri tehdit eden eşcinsel evlilikler değil, vergilendirmede evli çiftlere tanınan indirim uygulamasını modası geçmiş olarak gören, sözümona modernleşme yanlılarıdır. Eşcinsel evliliklere eşit hak tanınmasının ardından, vergi dilimi ayrımını savunanlar gelecekte eşcinselleri de yanlarında bulacaktır.”
Almanya’da eşcinsel çiftlerin hukuki sistemde ayrımcılığa uğradığı temel konuların başında gelir vergisi ve evlat edinme geliyor. Evliliğe atfedilen bağlılık, ortak sorumluluk gibi erdemlerin 21. yüzyıldaki karşılıkları muhafazakârlar tarafından anlaşıldığı zaman belki de kafalar gerçekten aydınlanmış olacak. (GAW/ÇT)
Gizem A. WEBER - Bianet
Almanya Anayasa Mahkemesi, vergilendirme konusunda eşcinsel çiftlerin, evli çiftlerle eşit haklara sahip olması gerektiğine hükmetti. İlgili karar, “evli eşlere uygulanan vergilendirmeden medeni birlikteliklerin hariç tutulması anayasaya aykırıdır” başlığıyla basınla paylaşıldı. Muhafazakarların bir kısmı karara tepkili.
Ağustos 2012’de Hristiyan Demokrat Birlik Partili (CDU) Federal Almanya Aile Bakanı Kristina Schröder’in ‘medeni birliktelik yaşayan’ eşcinsel çiftlere evli heteroseksüel çiftlerle eşit bir vergi uygulaması sağlanması önerisine Hristiyanların diğer kanadından karşı sesler yükselmiş, Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı Horst Seehofer, öneriye “partnerlerin birbirini desteklediği eşcinsel birlikteliğe saygı duyuyoruz. Ancak evlilik ve aile ayrıcalıklı kalmalıdır. Bu konuda değişiklik yapmamalıyız” yorumunda bulunmuştu.
Almanya’da eşcinsel birlikteliklere resmiyet kazandıran “medeni birliktelik” (eingetragene Lebenspartnerschaft) yasası, dönemin Sosyal Demokrat-Yeşiller hükümetinin ortaklığında 1 Ağustos 2001 tarihinde yürürlüğe girdiğinde, yine muhafazakarlar tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Almanya Anayasa Mahkemesi Temmuz 2013 tarihli kararının gerekçesinde, “cinsel yönelim nedeniyle eşitsiz uygulama anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır” deniyor. Böylece gelinen son aşamada, vergilendirme uygulamalarında, eşcinsel eşler için değişikliğin 2001 yılına dönük olarak yapılması gerekiyor.
Almanya’da evli çiftler bir takım vergilendirme avantajlarından yararlanabiliyor. Örneğin eşlerden her biri, gelir seviyesine göre farklı vergi diliminde yer alabiliyor. Daha düşük vergi dilimine geçen daha az vergi ödeyerek ‘aile bütçesine’ daha fazla katkıda bulunmuş oluyor. Eşlerden birinin işsiz kalması veya bakıma muhtaç hale gelmesi durumundaysa, diğeri masrafları karşılamak zorunda. Ancak evli çiftlere tanınan sözkonusu vergilendirme avantajları, Almanya’da yıllardır kendi içinde de tartışmalı bir konu. Eşlerden birinin diğerine göre gelirinin çok daha yüksek olduğu aileleri desteklendiği, özellikle kadınları evde oturmaya teşvik ettiği yönünde görüşler de var.
Muhafazakar eğilimli Die Welt gazetesi, karara şaşırmadığı gibi sonuçtan memnun da. Hıristiyan Demokrat Birlik ve Hıristiyan Sosyal Birlik partilerine bir de nasihati var: “Geleneksel evlilikleri tehdit eden eşcinsel evlilikler değil, vergilendirmede evli çiftlere tanınan indirim uygulamasını modası geçmiş olarak gören, sözümona modernleşme yanlılarıdır. Eşcinsel evliliklere eşit hak tanınmasının ardından, vergi dilimi ayrımını savunanlar gelecekte eşcinselleri de yanlarında bulacaktır.”
Almanya’da eşcinsel çiftlerin hukuki sistemde ayrımcılığa uğradığı temel konuların başında gelir vergisi ve evlat edinme geliyor. Evliliğe atfedilen bağlılık, ortak sorumluluk gibi erdemlerin 21. yüzyıldaki karşılıkları muhafazakârlar tarafından anlaşıldığı zaman belki de kafalar gerçekten aydınlanmış olacak. (GAW/ÇT)
Gizem A. WEBER - Bianet
Borsa açıldı ve çakıldı...
Başbakan'ın açıklamaları borsada düşüşe neden oldu.
Endeksin hesaplanmasındaki teknik bir sorun nedeniyle geç açılan Borsa İstanbul düşüşten kurtulamadı. Başbakan Erdoğan’ın hafta sonunda bankalara yönelik olarak yaptığı sert açıklamaların etkisiyle endeks yüzde 2,56’lık düşüşle 76.352 puana geriledi. bankacılık endeksindeki kayıp da yüzde 2,5’e ulaştı. Garanti Bankası yüzde 3, Akbank yüzde 2,2, İş Bankası C hisseleri yüzde 2,6 düştü.
Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan olaylar kapsamında ‘faiz lobisi’ni eleştiren Başbakan Tayyip Erdoğan, dün yaptığı açıklamalarda lobiyi oluşturan bankaların, bunun bedelini ağır ödeyeceklerini belirterek; milletin bu bankalara ders vermek için devletin bankalarını kullanabileceğini söyledi.
Radikal
Endeksin hesaplanmasındaki teknik bir sorun nedeniyle geç açılan Borsa İstanbul düşüşten kurtulamadı. Başbakan Erdoğan’ın hafta sonunda bankalara yönelik olarak yaptığı sert açıklamaların etkisiyle endeks yüzde 2,56’lık düşüşle 76.352 puana geriledi. bankacılık endeksindeki kayıp da yüzde 2,5’e ulaştı. Garanti Bankası yüzde 3, Akbank yüzde 2,2, İş Bankası C hisseleri yüzde 2,6 düştü.
Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan olaylar kapsamında ‘faiz lobisi’ni eleştiren Başbakan Tayyip Erdoğan, dün yaptığı açıklamalarda lobiyi oluşturan bankaların, bunun bedelini ağır ödeyeceklerini belirterek; milletin bu bankalara ders vermek için devletin bankalarını kullanabileceğini söyledi.
Radikal
Fırat Tanış, Gezi'ye destek olmayan medyayı terk etti
Gezi Parkı eylemlerine başından beri destek veren oyuncu Fırat Tanış, Twitter'dan dizi oyunculuğunu bıraktığını ilan etti.
Medyayı, eylemleri hakkıyla vermemekle suçlayan Tanış, “Hiçbir medya grubunun hiçbir mecrasında, televizyon dizisi ve reklam gibi projelerde çalışmayacağım... Sinemada, tiyatroda, müzikte ve resimde buluşuruz” dedi.
Radkal
Radkal
Erdoğan tehlikeli yolu seçti..
Erdoğan direnişin önemini kavradı ancak verdiği yanıt, ateşi söndürmeye değil daha da alevlendirmeye yönelik oldu.
Gezi Parkı’ndaki ağaçların “sökülmek” istenmesi ile başlayan ve AKP otoritesine karşı bir direniş vasfı kazanan eylemlerde neredeyse 2 haftayı geride bırakmak üzereyiz. Cumhuriyet tarihinde benzersiz bir merhaleye tanıklık ettiğimiz düşünebiliriz. Birkaç dinamiğin içiçe geçtiği, resmin tamamını görmenin/tarif etmenin çok zor olduğu bir “eylemlilik” hali ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Gezi Parkı için direnenlere polisin/devletin gaddarca davranması ile başlayan ve herhangi siyasi bir akımda/fikirde temsilini bulmayan genç bir kitleye, kendi içlerinde bir “devrim” yaşatan dönem, biraz içerik değiştirmiş gibi gözüküyor. Bu kesimin aslında artık Gezi Parkı içine çekildiğini, daha doğrusu oraya doğru çekilmek durumunda kaldığını düşünmek mümkün. Bu kıvılcıma eklenen daha geniş kesim ise bu kadar kolay tarif edilemeyen, daha çok “Erdoğan karşıtlığı” ile mobilize olan, “ulusalcı” tonların da kendini güçlü bir biçimde hissetirdiği bir kalabalık ile klasik “sol-sosyalist” siyasetlerden oluşuyor. Buna “Çarşı” gibi, halihazırdaki “devlet otoritesi” ile derdi olan sola yakın grupları ve AKP’nin son dönemdeki siyasetinden boğulan şehirli-elit kesimleri, (hatta AKP'lileri) de eklemek mümkün. Bu daha geniş kalabalık ise mevcut durum itibariyle kendine Taksim Meydanı’nı yurt bellemiş görünüyor. Elbette ki sınırlar hiç de kesin değil ve sık sık geçişler yaşanıyor. Kaldı ki bu dinamik diğer büyük kentlere de sıçramış durumda. Bütün bir tablonun toplamına baktığımızda ise sadece AKP’nin değil CHP, MHP’nin de olan biteni anlamakta zorlandığını, ancak iktidar makamında olan AKP’nin isyanı bastırmak için hızla tehlikeli yollara meylettiğini söyleyebiliriz. Bunlar, kitleleri eylemcilere karşı mobilize etme/kışkırtmanın yanısıra laik-elit burjuva sınıfını da tehdit ve şantajla tekrar yanına çekme çabası olarak görünüyor. Buraya tekrar döneceğiz ama önce burjuvazinin ve AKP’nin durumuna bir bakalım.
AKP’nin ilk tepkisi kararsızlıktı.. Çözüm müzakereleri ile başlayan süreçte ABD ile yeni bir işbirliğinin temelleri atılmış, kredi derecelendirme kuruluşlarından gelen not artırımları sayesinde yeni fonlar ülkeye akmaya başlamış, gelir dağılımındaki eşitsizlik her ne kadar sürse de finansal göstergelerde bir “bahar” yaşanmaya başlanmıştı. Büyüme, sanayi üretimi gibi veriler aslında bir yavaşlamaya işaret ediyor ve objektif analistler bu duruma sık sık dikkat çekiyorsa da AKP’nin topluma yaydığı hava, Türkiye’nin artık bir “parlayan yıldız” olduğuydu. Tam da böyle bir dönemde... önce dünyadaki parasal genişlemenin artık bitebileceği sinyalleri –bilhassa ABD’den- gelmeye, sonra da eylemlerle başlayan “istikrarsız” havayı gören yabancı fonlar Türkiye’den çıkmaya başladı. Bu tabloda AKP’liler ilk buldukları –ve muhtemelen kendilerinin de inanmadıkları- açıklamaları peşpeşe sıraladılar. “Yedirmeyiz” argümanı, dış güçler, faiz lobisi, İran, Türkiye’nin büyümesini istemeyen güçler, Ergenekon., Silivri, sol örgütler vs. Bunlar aslına bakılırsa ilk ağızda yaşanan panik havası ve kararsızlığın göstergeleriydi. Bu karmaşa içinde isyanı yumuşatma seçeneği de belli belirsiz denendi ve önce AVM’den, sonra otel/rezidans fikrinden vazgeçildi, Erdoğan’ın yokluğunda Taksim platformu ve Sırrı Süreyya Önder ile temaslar gerçekleştirildi. Ancak Erdoğan döndü ve anlaşılan eli sert oynamaya karar verdi. Ve bu aşamadan sonra gösteriler de, aslına bakılırsa artık “Erdoğan karşıtı” bir hava almaya başladı.
Fakat burada kritik bir detay var. Eylemciler Erdoğan’ın bilhassa son yıllarda artık iyice artan “topluma had bildirme”, günlük hayatı bir taşra taassubuyla dizayn etme girişimlerine iş ve medya dünyasının “otorite” yanında hizalanarak eşlik ettiğini düşünmüşler, merkezi medyanın aynı dalga geçilen komünist ülkelerdeki gibi “resmi” bir yayın politikasından bir milim bile ayrılamadığını görmüşler ve “ikinci hedef” olarak da bu yapıyı seçmişlerdi. Hala da öyle.
Bu durumu erkenden farkeden klasik burjuvazi, kendince hamlesini yapmaya çalıştı. Klasik burjuvazi, siyasi yapılara kıyasla daha elastiktir, bu tip mesajları çok çabuk alır ve hemen yeni bir plan uygulamaya odaklanır. Eylemlerin daha üçüncü gününde gelen “Yeni kurulacak AVM içinde yer almayacağız” açıklamaları ilk gelen tepkiydi. Sonra da “Ben de çapulcuyum” açıklamaları peşpeşe geldi. Klasik burjuvazi sınıfı, eylemlerin hedefi olmakla kalmamış, müşterilerinin/çalışanlarını da eylemlilik içinde olduğunu farketmişti. Dolayısıyla iktidar yanında kalmak artık kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelecekti. Bu çıkışların en önemli sebebi, budur.
AKP, daha doğrusu Erdoğan işte bu denklemi farketti. Burjuvazinin AKP’yi terketmesi durumunda eylemin çapının genişleyeceğini ve bu yeni dinamikle başetmenin zorlaşacağını düşündü. Ve “istikrarsızlığı görerek” ülkeden çıkan sıcak paranın yarattığı destabilizasyonu, burjuvaziye karşı kullanamaya karar verdi. Şunları söyledi:
“Artık bu ülkede çeteler dönemi bitmiştir. Bu ülkede mafya dönemi bitmiştir. Cunta dönemi geri gelmemek üzere bitmiştir. Şunu da söylemem lazım, faiz lobisi kendine çeki düzen ver. Faiz lobisi yıllarca benim milletimin alın terini sömürdü. Bundan sonra sömüremeyeceksin. Çok sabrettik. Olay sadece bu lobiyi oluşturan bir banka, üç banka kim varsa hepsi için aynı şeyi söylüyorum. Siz ki bize karşı böyle bir mücadeleyi başlattınız, bunun bedelini ağır ödeyeceksiniz.”
Burjuvazinin ülkeden çıkan parayla ilişkisini bilmemiz zor. Ancak doğrusu bu sözler, isyan sonrası kendi klasik çizgisine çekilmeyi en azından bir an için aklından geçiren laik-elit burjuvazi açısından açık bir tehdit niteliği taşıyor. Ve böyle bir açıklamaya açık konuşmak gerekirse demokratik rejimlerde pek rastlanmaz. Daha çok “tek adam” rejimlerinde, kitle kalabalığını mobilize ederek toplum üzerinde basınç oluşturan rejimlerde rastlanır. Ve Erdoğan’ın aslında yapmak istediği sadece burjuvaziyi “direniş”ten ayırmak değildir. Belli ki “medyayı” da tekrar hizaya sokmak istiyor. “Otorite”yi, kontrolü yeniden kurmak istiyor.
Ancak Erdoğan’ın dünkü çıkışı sadece “sınıfsal” dengeleri yeniden kurmaya yönelik değildi. Az önce dediğim gibi, eli sert oynamaya karar verdi ve kara propagandaya başvurarak dindar kitleleri isyancılara karşı kışkırtma gibi tehlikeli bir yola meyletti. Camide içki içilmesi gibi AKP çevrelerindekilerin hatta cami müezzinin bile yalanladığı iddiaları kürsülerden dile getirmekle kalmadı, ne çapta olduğu henüz tam olarak bilinmeyen -ve elbette ki mutlaka kınanması gereken- başörtülülere saldırı gibi vakaları da “bacılarıma saldırdılar” diyerek genelleştirme yoluna gitti.
Ve bütün bunları 1930’lardan kalma bir “şef” gibi, onun için dizayn edilmiş kalabalıklar önünde, peşpeşe attığı nutuklar esnasında söyledi.Özetle, Erdoğan direnişin önemini kavradı ancak verdiği yanıt, ateşi söndürmeye değil daha da alevlendirmeye yönelik oldu. Bunun hiç de hayırlı bir yol olmadığı ortada.
Yetvart Danzikyan - Radikal
Gezi Parkı’ndaki ağaçların “sökülmek” istenmesi ile başlayan ve AKP otoritesine karşı bir direniş vasfı kazanan eylemlerde neredeyse 2 haftayı geride bırakmak üzereyiz. Cumhuriyet tarihinde benzersiz bir merhaleye tanıklık ettiğimiz düşünebiliriz. Birkaç dinamiğin içiçe geçtiği, resmin tamamını görmenin/tarif etmenin çok zor olduğu bir “eylemlilik” hali ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Gezi Parkı için direnenlere polisin/devletin gaddarca davranması ile başlayan ve herhangi siyasi bir akımda/fikirde temsilini bulmayan genç bir kitleye, kendi içlerinde bir “devrim” yaşatan dönem, biraz içerik değiştirmiş gibi gözüküyor. Bu kesimin aslında artık Gezi Parkı içine çekildiğini, daha doğrusu oraya doğru çekilmek durumunda kaldığını düşünmek mümkün. Bu kıvılcıma eklenen daha geniş kesim ise bu kadar kolay tarif edilemeyen, daha çok “Erdoğan karşıtlığı” ile mobilize olan, “ulusalcı” tonların da kendini güçlü bir biçimde hissetirdiği bir kalabalık ile klasik “sol-sosyalist” siyasetlerden oluşuyor. Buna “Çarşı” gibi, halihazırdaki “devlet otoritesi” ile derdi olan sola yakın grupları ve AKP’nin son dönemdeki siyasetinden boğulan şehirli-elit kesimleri, (hatta AKP'lileri) de eklemek mümkün. Bu daha geniş kalabalık ise mevcut durum itibariyle kendine Taksim Meydanı’nı yurt bellemiş görünüyor. Elbette ki sınırlar hiç de kesin değil ve sık sık geçişler yaşanıyor. Kaldı ki bu dinamik diğer büyük kentlere de sıçramış durumda. Bütün bir tablonun toplamına baktığımızda ise sadece AKP’nin değil CHP, MHP’nin de olan biteni anlamakta zorlandığını, ancak iktidar makamında olan AKP’nin isyanı bastırmak için hızla tehlikeli yollara meylettiğini söyleyebiliriz. Bunlar, kitleleri eylemcilere karşı mobilize etme/kışkırtmanın yanısıra laik-elit burjuva sınıfını da tehdit ve şantajla tekrar yanına çekme çabası olarak görünüyor. Buraya tekrar döneceğiz ama önce burjuvazinin ve AKP’nin durumuna bir bakalım.
AKP’nin ilk tepkisi kararsızlıktı.. Çözüm müzakereleri ile başlayan süreçte ABD ile yeni bir işbirliğinin temelleri atılmış, kredi derecelendirme kuruluşlarından gelen not artırımları sayesinde yeni fonlar ülkeye akmaya başlamış, gelir dağılımındaki eşitsizlik her ne kadar sürse de finansal göstergelerde bir “bahar” yaşanmaya başlanmıştı. Büyüme, sanayi üretimi gibi veriler aslında bir yavaşlamaya işaret ediyor ve objektif analistler bu duruma sık sık dikkat çekiyorsa da AKP’nin topluma yaydığı hava, Türkiye’nin artık bir “parlayan yıldız” olduğuydu. Tam da böyle bir dönemde... önce dünyadaki parasal genişlemenin artık bitebileceği sinyalleri –bilhassa ABD’den- gelmeye, sonra da eylemlerle başlayan “istikrarsız” havayı gören yabancı fonlar Türkiye’den çıkmaya başladı. Bu tabloda AKP’liler ilk buldukları –ve muhtemelen kendilerinin de inanmadıkları- açıklamaları peşpeşe sıraladılar. “Yedirmeyiz” argümanı, dış güçler, faiz lobisi, İran, Türkiye’nin büyümesini istemeyen güçler, Ergenekon., Silivri, sol örgütler vs. Bunlar aslına bakılırsa ilk ağızda yaşanan panik havası ve kararsızlığın göstergeleriydi. Bu karmaşa içinde isyanı yumuşatma seçeneği de belli belirsiz denendi ve önce AVM’den, sonra otel/rezidans fikrinden vazgeçildi, Erdoğan’ın yokluğunda Taksim platformu ve Sırrı Süreyya Önder ile temaslar gerçekleştirildi. Ancak Erdoğan döndü ve anlaşılan eli sert oynamaya karar verdi. Ve bu aşamadan sonra gösteriler de, aslına bakılırsa artık “Erdoğan karşıtı” bir hava almaya başladı.
Fakat burada kritik bir detay var. Eylemciler Erdoğan’ın bilhassa son yıllarda artık iyice artan “topluma had bildirme”, günlük hayatı bir taşra taassubuyla dizayn etme girişimlerine iş ve medya dünyasının “otorite” yanında hizalanarak eşlik ettiğini düşünmüşler, merkezi medyanın aynı dalga geçilen komünist ülkelerdeki gibi “resmi” bir yayın politikasından bir milim bile ayrılamadığını görmüşler ve “ikinci hedef” olarak da bu yapıyı seçmişlerdi. Hala da öyle.
Bu durumu erkenden farkeden klasik burjuvazi, kendince hamlesini yapmaya çalıştı. Klasik burjuvazi, siyasi yapılara kıyasla daha elastiktir, bu tip mesajları çok çabuk alır ve hemen yeni bir plan uygulamaya odaklanır. Eylemlerin daha üçüncü gününde gelen “Yeni kurulacak AVM içinde yer almayacağız” açıklamaları ilk gelen tepkiydi. Sonra da “Ben de çapulcuyum” açıklamaları peşpeşe geldi. Klasik burjuvazi sınıfı, eylemlerin hedefi olmakla kalmamış, müşterilerinin/çalışanlarını da eylemlilik içinde olduğunu farketmişti. Dolayısıyla iktidar yanında kalmak artık kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelecekti. Bu çıkışların en önemli sebebi, budur.
AKP, daha doğrusu Erdoğan işte bu denklemi farketti. Burjuvazinin AKP’yi terketmesi durumunda eylemin çapının genişleyeceğini ve bu yeni dinamikle başetmenin zorlaşacağını düşündü. Ve “istikrarsızlığı görerek” ülkeden çıkan sıcak paranın yarattığı destabilizasyonu, burjuvaziye karşı kullanamaya karar verdi. Şunları söyledi:
“Artık bu ülkede çeteler dönemi bitmiştir. Bu ülkede mafya dönemi bitmiştir. Cunta dönemi geri gelmemek üzere bitmiştir. Şunu da söylemem lazım, faiz lobisi kendine çeki düzen ver. Faiz lobisi yıllarca benim milletimin alın terini sömürdü. Bundan sonra sömüremeyeceksin. Çok sabrettik. Olay sadece bu lobiyi oluşturan bir banka, üç banka kim varsa hepsi için aynı şeyi söylüyorum. Siz ki bize karşı böyle bir mücadeleyi başlattınız, bunun bedelini ağır ödeyeceksiniz.”
Burjuvazinin ülkeden çıkan parayla ilişkisini bilmemiz zor. Ancak doğrusu bu sözler, isyan sonrası kendi klasik çizgisine çekilmeyi en azından bir an için aklından geçiren laik-elit burjuvazi açısından açık bir tehdit niteliği taşıyor. Ve böyle bir açıklamaya açık konuşmak gerekirse demokratik rejimlerde pek rastlanmaz. Daha çok “tek adam” rejimlerinde, kitle kalabalığını mobilize ederek toplum üzerinde basınç oluşturan rejimlerde rastlanır. Ve Erdoğan’ın aslında yapmak istediği sadece burjuvaziyi “direniş”ten ayırmak değildir. Belli ki “medyayı” da tekrar hizaya sokmak istiyor. “Otorite”yi, kontrolü yeniden kurmak istiyor.
Ancak Erdoğan’ın dünkü çıkışı sadece “sınıfsal” dengeleri yeniden kurmaya yönelik değildi. Az önce dediğim gibi, eli sert oynamaya karar verdi ve kara propagandaya başvurarak dindar kitleleri isyancılara karşı kışkırtma gibi tehlikeli bir yola meyletti. Camide içki içilmesi gibi AKP çevrelerindekilerin hatta cami müezzinin bile yalanladığı iddiaları kürsülerden dile getirmekle kalmadı, ne çapta olduğu henüz tam olarak bilinmeyen -ve elbette ki mutlaka kınanması gereken- başörtülülere saldırı gibi vakaları da “bacılarıma saldırdılar” diyerek genelleştirme yoluna gitti.
Ve bütün bunları 1930’lardan kalma bir “şef” gibi, onun için dizayn edilmiş kalabalıklar önünde, peşpeşe attığı nutuklar esnasında söyledi.Özetle, Erdoğan direnişin önemini kavradı ancak verdiği yanıt, ateşi söndürmeye değil daha da alevlendirmeye yönelik oldu. Bunun hiç de hayırlı bir yol olmadığı ortada.
Yetvart Danzikyan - Radikal
Beş soruda Gezi kafası
Ortalama sanat eğitimi ilkokul derslerinde, boş kâğıda ağaç resmi çiziktirmekle geçmiş bir toplumdan, nice çağdaş sanat pratiğine örnek olacak bir grup çıkartmak her topluma nasip olmuyor.
Benim gibi İstanbul dışında yetişenler iyi bilir, büyüklüğüne göre her şehrin sınırları içinde bir ya da daha çok kültür ve kongre merkezi bulunur. Kültür merkezlerinin fonksiyonu belediyesine göre değişir, kimi kültürden çok nikâh salonu vazifesi görür, kimi de seneden seneye düzenlenen kitap fuarlarında ya da kermes-dernek sergilerinde hazır duruşa geçer. Adı kültür merkezi olsa da, devlet dairesinden hallice, bir keresinde bile içinde cezbedici bir kütüphane ya da sanat atölyesi görmediğim mekânlardır.
Yine takip edenler iyi biliyor, bu günlerde de Taksim’e bir kültür merkezi inşa edilmesi söz konusu. Önce Topçu Kışlası’nın ‘belki’ bu rolü üstleneceği konuşulurken, şimdi odak AKM’ye kaymış durumda. Oysa devlet büyüklerimizin atladığı bir nokta var, bugün Gezi Parkı’nda Türkiye’nin daha önce tanık olmadığı bir açık hava kültür merkezi yatıyor. Hatta bırakalım kültür merkezini, değme sanat fuarları, bienal, festivallerinden daha çoğulcu, daha komik, daha katılımcı, daha davetkâr, daha zekice tasarlamış. Türkiye’nin ilk açık hava kültür merkezinde neler yok ki... Her isteyenin üzerine görüşünü yazıp bırakabileceği açık görüş platformları, “yetmedi konuşucam” diyene açık kürsü, çocuklar ve yetişkinler için ayrı ayrı kütüphane, ücretsiz müzik ve film gösterimi, bu arada acıkanlara da yine ücretsiz yemek. Üstüne, tıpkı bir açık hava sergisi gibi cadde cadde, köşe köşe pankartlarını asan, bambaşka gruplardan insanlar... Kavramlara takla attıran pankartlar.Üstüne bir çapulcu düğün salonu...Ve de en önemlisi birlikte söylenen şarkılar, atılan sloganlar. Ortalama sanat eğitimi ilkokul derslerinde flüt çalıp, boş kâğıda dere, güneş, ağaç resmi çiziktirmekle geçmiş bir toplumdan nice çağdaş sanat pratiğine örnek olacak bir grup çıkartmak her topluma nasip olmuyor. Üstelik bütün bunların kendiliğinden, kimsenin baskısı, ittirmesi, zorlaması olmadan, kimsenin çatısı altına girmeden yapılması da cabası.
Gelin bu hafta Türkiye’nin ilk kolektif-açık hava kültür merkezinin içindekilere bakalım. Elimizdekinin kıymetini en azından kendi arşivimize kazıyalım.
Soru: Gezi Parkı’ndaki oluşuma kamusal alanda sanat diyebilir miyiz? @sanatnedir
Öyle adlandırmak mevzuyu çok basitleştirmiyor mu sevgili @sanatnedir? Yine de Gezi Parkı’nın çağdaş sanatın bir ütopyasını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Belki kulağa akademik gelecek ama, terminolojide Yeni Tip Kamusal Sanat, Kıyı Sanatı ya da Komünite Sanatı diye adlandırılan ve temel noktası ortak üretim yapmak olan sanat türlerine ders olabilecek nitelikte bir oluşuma tanıklık ediyoruz. Bu üretim ister birlikte yemek yapmak olsun, ister çapulcu gibi sözlüğe yeni kelimeler kazandırmak olsun çok boyutlu işliyor. Üstelik çoğu sanat projesi henüz hayata geçirilmemiş bir fikir aşamasındayken, bizdeki sürekli büyüyüp gelişiyor. Şimdi önemli olan ise bu oluşumun sürekliliğini sağlamak.
Soru: Dünyada başka yerlerde Gezi Parkı’ndakilere benzer projeler var mı? @zıplayaninsan
Sevgili @zıplayaninsan, hatırlarsan geçen haftaki yazımda Chicago’daki Millenium Park’tan bahsetmiş ve bizde de böyle oluşumlar olabilir demiştim. Oysa şimdi bizim Chicago’dakinden çok daha kendine has bir projemiz var, üstelik başka bir benzeri varsa da ben bilmiyorum. İçindekilere ister sanatçı, ister yaratıcı, ister çapulcu diyelim yarattıkları enerjinin oraya yapılacak tüm mimari projelere toz arttıracağı kesin.
Soru: Gezi Parkı’na sadece çapulcular mı gider? @bençapulcudeğilem
Valla geçen gün Amerikalı bir arkadaşım ‘naber çapulcu’ diye mail attığına göre, sanki dışarıdan gidenlerin hepsi çapulcu gibi görülüyor. Ama kötü bir şey değil inan, zaten etrafında senin gibi çok insan olunca alışıyorsun.
Soru: Ben de Gezi Parkı’na gidersem sanatçı olur muyum? @herkeseüççapul
Sevgili @herkeseüççapul bu kadar bekleyip hâlâ gitmediysen sana ne diyeyim. Hadi hemen koş, emin ol birkaç sergi açacak malzeme toplarsın.
Güncel sanatla ilgili aklınıza takılan tüm sorular için: guncelsanatkafasi@gmail.com
Twitter: @sanatkafasi @isilegri
Benim gibi İstanbul dışında yetişenler iyi bilir, büyüklüğüne göre her şehrin sınırları içinde bir ya da daha çok kültür ve kongre merkezi bulunur. Kültür merkezlerinin fonksiyonu belediyesine göre değişir, kimi kültürden çok nikâh salonu vazifesi görür, kimi de seneden seneye düzenlenen kitap fuarlarında ya da kermes-dernek sergilerinde hazır duruşa geçer. Adı kültür merkezi olsa da, devlet dairesinden hallice, bir keresinde bile içinde cezbedici bir kütüphane ya da sanat atölyesi görmediğim mekânlardır.
Yine takip edenler iyi biliyor, bu günlerde de Taksim’e bir kültür merkezi inşa edilmesi söz konusu. Önce Topçu Kışlası’nın ‘belki’ bu rolü üstleneceği konuşulurken, şimdi odak AKM’ye kaymış durumda. Oysa devlet büyüklerimizin atladığı bir nokta var, bugün Gezi Parkı’nda Türkiye’nin daha önce tanık olmadığı bir açık hava kültür merkezi yatıyor. Hatta bırakalım kültür merkezini, değme sanat fuarları, bienal, festivallerinden daha çoğulcu, daha komik, daha katılımcı, daha davetkâr, daha zekice tasarlamış. Türkiye’nin ilk açık hava kültür merkezinde neler yok ki... Her isteyenin üzerine görüşünü yazıp bırakabileceği açık görüş platformları, “yetmedi konuşucam” diyene açık kürsü, çocuklar ve yetişkinler için ayrı ayrı kütüphane, ücretsiz müzik ve film gösterimi, bu arada acıkanlara da yine ücretsiz yemek. Üstüne, tıpkı bir açık hava sergisi gibi cadde cadde, köşe köşe pankartlarını asan, bambaşka gruplardan insanlar... Kavramlara takla attıran pankartlar.Üstüne bir çapulcu düğün salonu...Ve de en önemlisi birlikte söylenen şarkılar, atılan sloganlar. Ortalama sanat eğitimi ilkokul derslerinde flüt çalıp, boş kâğıda dere, güneş, ağaç resmi çiziktirmekle geçmiş bir toplumdan nice çağdaş sanat pratiğine örnek olacak bir grup çıkartmak her topluma nasip olmuyor. Üstelik bütün bunların kendiliğinden, kimsenin baskısı, ittirmesi, zorlaması olmadan, kimsenin çatısı altına girmeden yapılması da cabası.
Gelin bu hafta Türkiye’nin ilk kolektif-açık hava kültür merkezinin içindekilere bakalım. Elimizdekinin kıymetini en azından kendi arşivimize kazıyalım.
Soru: Gezi Parkı’ndaki oluşuma kamusal alanda sanat diyebilir miyiz? @sanatnedir
Öyle adlandırmak mevzuyu çok basitleştirmiyor mu sevgili @sanatnedir? Yine de Gezi Parkı’nın çağdaş sanatın bir ütopyasını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Belki kulağa akademik gelecek ama, terminolojide Yeni Tip Kamusal Sanat, Kıyı Sanatı ya da Komünite Sanatı diye adlandırılan ve temel noktası ortak üretim yapmak olan sanat türlerine ders olabilecek nitelikte bir oluşuma tanıklık ediyoruz. Bu üretim ister birlikte yemek yapmak olsun, ister çapulcu gibi sözlüğe yeni kelimeler kazandırmak olsun çok boyutlu işliyor. Üstelik çoğu sanat projesi henüz hayata geçirilmemiş bir fikir aşamasındayken, bizdeki sürekli büyüyüp gelişiyor. Şimdi önemli olan ise bu oluşumun sürekliliğini sağlamak.
Soru: Dünyada başka yerlerde Gezi Parkı’ndakilere benzer projeler var mı? @zıplayaninsan
Sevgili @zıplayaninsan, hatırlarsan geçen haftaki yazımda Chicago’daki Millenium Park’tan bahsetmiş ve bizde de böyle oluşumlar olabilir demiştim. Oysa şimdi bizim Chicago’dakinden çok daha kendine has bir projemiz var, üstelik başka bir benzeri varsa da ben bilmiyorum. İçindekilere ister sanatçı, ister yaratıcı, ister çapulcu diyelim yarattıkları enerjinin oraya yapılacak tüm mimari projelere toz arttıracağı kesin.
Soru: Gezi Parkı’na sadece çapulcular mı gider? @bençapulcudeğilem
Valla geçen gün Amerikalı bir arkadaşım ‘naber çapulcu’ diye mail attığına göre, sanki dışarıdan gidenlerin hepsi çapulcu gibi görülüyor. Ama kötü bir şey değil inan, zaten etrafında senin gibi çok insan olunca alışıyorsun.
Soru: Ben de Gezi Parkı’na gidersem sanatçı olur muyum? @herkeseüççapul
Sevgili @herkeseüççapul bu kadar bekleyip hâlâ gitmediysen sana ne diyeyim. Hadi hemen koş, emin ol birkaç sergi açacak malzeme toplarsın.
Güncel sanatla ilgili aklınıza takılan tüm sorular için: guncelsanatkafasi@gmail.com
Twitter: @sanatkafasi @isilegri
Direniş'in 10 günlük grafik tarihi
İnfografik sitesinde Gezi Direnişi'nde 29 Mayıs - 6 Haziran arası yaşananlar grafiklerle özetlendi.
Toplumsal bilginin görsel olarak ifade edildiği ve grafikler aracılığı ile aktarıldığı bir sunum sitesi olan İnforafik'te, Emrah Cengiz adlı bir Endüstri Ürünleri Tasarımcısı Gezi Parkı Direnişi'nin 10 günlük tarihini özetledi. Karmaşık ve yoğun bilgilerden elde edilen ham verilerin kolay ve anlaşılır bilgilere dönüştürülerek aktarıldığı "Gezi Parkı Direnişi'nin 10 Günü" adlı çalışmasını yayınlıyoruz.
Toplumsal bilginin görsel olarak ifade edildiği ve grafikler aracılığı ile aktarıldığı bir sunum sitesi olan İnforafik'te, Emrah Cengiz adlı bir Endüstri Ürünleri Tasarımcısı Gezi Parkı Direnişi'nin 10 günlük tarihini özetledi. Karmaşık ve yoğun bilgilerden elde edilen ham verilerin kolay ve anlaşılır bilgilere dönüştürülerek aktarıldığı "Gezi Parkı Direnişi'nin 10 Günü" adlı çalışmasını yayınlıyoruz.
Radikal
Polisin saflarından taş atan siviller kim?
Adana'da 'polisle birlikte eylemcilere saldıran siviller'e ait olduğu iddia edilen bir fotoğraf sosyal medyada paylaşılıyor.
Gezi Parkı eylemleri sırasında İzmir, Eskişehir gibi illerin ardından Adana'dan da 'polisle birlikte eylemcilere saldıran siviller'e ilişkin iddialar geliyor. Son olarak dün gece şehirde düzenlenen eylemler sırasında polisin saflarından halka taş atan bazı gençlere ait olduğu belirtilen bu fotoğraf sosyal medyaya düştü. Şimdi Gezi eylemleri başladığından bu yana sık sık sorulan bir soru Adana için de soruluyor: Polisle birlikte görülen bu siviller kim?
Radikal
Gezi Parkı eylemleri sırasında İzmir, Eskişehir gibi illerin ardından Adana'dan da 'polisle birlikte eylemcilere saldıran siviller'e ilişkin iddialar geliyor. Son olarak dün gece şehirde düzenlenen eylemler sırasında polisin saflarından halka taş atan bazı gençlere ait olduğu belirtilen bu fotoğraf sosyal medyaya düştü. Şimdi Gezi eylemleri başladığından bu yana sık sık sorulan bir soru Adana için de soruluyor: Polisle birlikte görülen bu siviller kim?
Radikal
'Artık bienale gerek yok'... 'Eğer devrim olmazsa suçlayabileceğiniz tek kişi var: Kendiniz.'
İstanbul'a ayak basar basmaz kendisini Gezi eyleminin içinde bulunan Güney Afrikalı sanatçı Kendell Geers'e göre eylemin yaratıcılığı bu yıl düzenlenecek bienali anlamsız kıldı.
"Birkaç yıl önce Çin’de bir sergi açmıştım. Sokaklarda John Lennon ve Yoko Ono’nun sürekli gördüğüm bir afişi vardı. ‘Eğer sen istersen savaş biter’ diye yazıyordu. Çin’deki sergide şunu anladım: Savaş tepeden verilen bir karar. İdeolojilerimiz, korkularımız üzerinden manipüle edilerek savaşlara sürükleniyoruz. Çin’deki sergide bu cümleyi ‘Eğer sen istersen devrim biter’e çevirdim. Çünkü devrim tabandan gelen bir harekettir. İstanbul’da gördüğümüz de tam bunun bir örneği. Eğer devrim olmazsa suçlayabileceğiniz tek kişi var: Kendiniz. İnsanların bir araya gelip bu eylemleri yapabilmesi, bizim halk olarak baskıya direnme, ona hayır deme hakkımız olduğunu gösteriyor. Sanat dünyası konusunda ise hep söylediğim bir şey var: Eğer Venedik Bienali’nde kötü bir sergi görürseniz küratörü değil, sanatçıyı suçlayın. Çünkü bu bir güç meselesi. Gücü küratöre, galerilere, müzelere, kurumlara verdiğiniz takdirde bir tek kendinizi suçlayabilirsiniz. "
Röp.ün devamı Radikal'de
http://www.radikal.com.tr/hayat/artik_bienale_gerek_yok-1136916
Röp.ün devamı Radikal'de
http://www.radikal.com.tr/hayat/artik_bienale_gerek_yok-1136916
Gazi'yi de duyun
'Köprüye Yavuz Selim ismi özümüzü yaraladı, her gece yürüyeceğiz... Başbakan aşırı uçlar diyor. Bir sol örgüt olarak teyzelere sözümüz geçmiyor. Her akşam tavalara vura vura gidiyorlar. Sadece sol örgütleri değil, kimseyi dinlemiyorlar.
Gezi var. Polisin çekilmesiyle sakinleşen, komün hayatının son model tatlı örneklerini görüp, haber olarak okuduğumuz.
Bir de Gazi var. Polisin çekilmediği, her akşam 21.00’de 15 bine yakın kişinin toplandığı, sonu genelde bol gazlı biten ve maalesef haber olarak okumadığımız. Kafamıza teröristlerin ve çapulcuların yaşadığı, girilemeyen mahalle olarak kazındığından belki de.
Fakat işte bir fırsat… ‘Hop bu kadar da değil’ dedik diye hepimiz bir anda ‘çapulcu’, ‘marjinal grup’, ‘dış mihrak’ ve ‘aşırı uç’ ilan edildiğimize göre, önceki bilgilerimizi, devletin bize ‘terörist’, ‘çapulcu’ vesaire diye tanıttığı her grup ve kimseyi tanımak için 10 numara beş yıldız bir fırsat.
Dün akşamüstü Gazi Mahallesi’nde yürüyen gençlerle, esnafla, çoğunluğu Alevi olan bu mahallenin saygı gören dedesi Veli Gülsoy ile buluştum. Gençlerden bazıları legal, bazıları ise illegal örgüt üyesiydi.
Gezi’deki direnişe ilk günlerinde büyük katkı sağlamalarına rağmen, en önce kendilerinin unutulduğunu, yine Gazi’nin izole edildiğini, polisin en şiddetli performansını burada gösterdiğini söylüyorlar.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü meselesinin Gezi’deki kitle tarafından “O isim değişmeli” şeklinde bir talebe dönüştürülerek dile getirilmemesine kızıyorlar.
Gezi’yi bir noktadan sonra görmeye karar veren basının, Gazi’yi görmesi için birilerinin ölmesi mi gerek diye soruyorlar.
Her akşam başlayan ve sabaha dek süren yürüyüşler ivmesini Gezi direnişiyle almış olsa da, Gazi’de ilk kıvılcım Yavuz Sultan Selim’in isminin 3. köprüye verilmesiyle çakmış. Baskının, hayatıma ve varlığıma karışılıyor bağırışının, hakir görülmenin zirveye ulaşıp somutlaştığı mesele kesinlikle Yavuz Sultan Selim ismi. Nasıl ki, Gezi’de temel konu Topçu Kışlası. Burada, Gazi’de ise fena halde 3. köprü.
...
Ezgi Başaran - Radikal
Gezi var. Polisin çekilmesiyle sakinleşen, komün hayatının son model tatlı örneklerini görüp, haber olarak okuduğumuz.
Bir de Gazi var. Polisin çekilmediği, her akşam 21.00’de 15 bine yakın kişinin toplandığı, sonu genelde bol gazlı biten ve maalesef haber olarak okumadığımız. Kafamıza teröristlerin ve çapulcuların yaşadığı, girilemeyen mahalle olarak kazındığından belki de.
Fakat işte bir fırsat… ‘Hop bu kadar da değil’ dedik diye hepimiz bir anda ‘çapulcu’, ‘marjinal grup’, ‘dış mihrak’ ve ‘aşırı uç’ ilan edildiğimize göre, önceki bilgilerimizi, devletin bize ‘terörist’, ‘çapulcu’ vesaire diye tanıttığı her grup ve kimseyi tanımak için 10 numara beş yıldız bir fırsat.
Dün akşamüstü Gazi Mahallesi’nde yürüyen gençlerle, esnafla, çoğunluğu Alevi olan bu mahallenin saygı gören dedesi Veli Gülsoy ile buluştum. Gençlerden bazıları legal, bazıları ise illegal örgüt üyesiydi.
Gezi’deki direnişe ilk günlerinde büyük katkı sağlamalarına rağmen, en önce kendilerinin unutulduğunu, yine Gazi’nin izole edildiğini, polisin en şiddetli performansını burada gösterdiğini söylüyorlar.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü meselesinin Gezi’deki kitle tarafından “O isim değişmeli” şeklinde bir talebe dönüştürülerek dile getirilmemesine kızıyorlar.
Gezi’yi bir noktadan sonra görmeye karar veren basının, Gazi’yi görmesi için birilerinin ölmesi mi gerek diye soruyorlar.
Her akşam başlayan ve sabaha dek süren yürüyüşler ivmesini Gezi direnişiyle almış olsa da, Gazi’de ilk kıvılcım Yavuz Sultan Selim’in isminin 3. köprüye verilmesiyle çakmış. Baskının, hayatıma ve varlığıma karışılıyor bağırışının, hakir görülmenin zirveye ulaşıp somutlaştığı mesele kesinlikle Yavuz Sultan Selim ismi. Nasıl ki, Gezi’de temel konu Topçu Kışlası. Burada, Gazi’de ise fena halde 3. köprü.
...
Ezgi Başaran - Radikal
Taksim Dayanışması: Burdayız, gitmiyoruz
Her türlü gösteri ve yürüyüşe yasaklanan Taksim, en kalabalık mitinglerinden birini yaşadı. Tencere tava marşını söyleyen on binler, "Gitmiyoruz" dedi.
Taksim Dayanışması’nın organize ettiği miting on binlerce insanın katılımıyla gerçekleşti. Son yıllarda görülmemiş büyüklükte bir kalabalık meydanı doldurdu. Gezi Parkı’nda ise adım atacak yer kalmadı.
Taksim Meydanı’nın tam ortasında büyük bir sahne kuruldu. Taksim Dayanışması adına konuşan Mücella Yapıcı, “Biz halkız, burdayız, taleplerimizi almadan gitmiyoruz” dedi. Taksim Dayanışması’nın çağrısı sonucunda dün sabah saatlerinden itibaren çok sayıda grup Taksim’in değişik noktalarında toplanarak Taksim Meydanı’na geldi. Taksim Meydanı ilk bakışta bir zamanların Eminönü’ne benzedi. Karpuz satanlar, sucular, çay ocakları, ananasçılar, tişörtcüler.... Saymakla bitmez. Arabasına Che Guera afişi asan karpuzcuda bir tabak karpuz 4 lira, üzerinde ‘TOMA, Çapulcu” yazan tişörtler 10 lira, muz 1 lira, orta boy Türk bayrakları 5 lira...
Sivil toplum örgütleri ve siyasi oluşumlar da alanda standlar açıp broşür dağıttı. Kimi ‘direnişe destek’ kutularıyla bağış topladı. Mücadele Birliği gibi bazı grupların standlarını polis barikatlarından yapması kayda değer bir detaydı. Taksim Dayanışması yazılı önlükler giyen görevliler düzen sağladı. Grup Bandista’nın şarkıları eşliğinde miting başladı.
‘Milyonlarca kişiyiz’
Meydandaki sahnede Taksim Dayanışması adına Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Mücella Yapıcı bir konuşma yaptı. 27 mayıs günü ağaçlara sahip çıkanlara polisin acımasızca saldırdığını ifade eden Yapıcı, şöyle devam etti:
“5 ağaç için verilen mücadelede halkın en geniş kesimlerinin katıldığı demokrasi mücadelesine döndü. Demokratik katılım kanallarını bütünüyle yok eden, kendisinden olmayanları yok sayan, bilimsel sanata saygı duymayan bir iktidar anlayışını reddediyoruz. Başbakan direnişçilere 3-5 çapulcu dese de milyonlar olduğunun farkında. Bizi marjinaller diye karalamaya çalışsa da haklılığımızın farkında. Sadece Topçu Kışlası’na değil, 3. Köprü, Kanalistanbul ve 3. havalimanı projelerine, HES’lere karşı da bir itiraz var. Bu ülkeyi seviyorsanız polis şiddetini durdurun. Parkımızı geri verin. Biz halkız, buradayız ve taleplerimizi almadan hiç bir yere gitmiyoruz.”
Yapıcı’nın ardından Kardeş Türküler Gezi Parkı olayları için bestelediği ‘Tencere tava, hep aynı hava’ Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’nun, ‘Çapulcu musun vay vay...’ şarkılarını söyledi. On binlerce kişi şarkılara eşlik etti.
Mitinge KESK, İstanbul Tabip Odası, TMMOB, DİSK, EMEP, CHP , ÖDP, TKP, BDP gibi emek örgütleri ve siyasi partiler katılırken, HDK İstanbul Milletvekili Abdullah Levent Tüzel, BDP’li milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve KESK Genel Başkanı Lami Özgen de katıldı.
Serkan Ocak - Radikal
Taksim Dayanışması’nın organize ettiği miting on binlerce insanın katılımıyla gerçekleşti. Son yıllarda görülmemiş büyüklükte bir kalabalık meydanı doldurdu. Gezi Parkı’nda ise adım atacak yer kalmadı.
Taksim Meydanı’nın tam ortasında büyük bir sahne kuruldu. Taksim Dayanışması adına konuşan Mücella Yapıcı, “Biz halkız, burdayız, taleplerimizi almadan gitmiyoruz” dedi. Taksim Dayanışması’nın çağrısı sonucunda dün sabah saatlerinden itibaren çok sayıda grup Taksim’in değişik noktalarında toplanarak Taksim Meydanı’na geldi. Taksim Meydanı ilk bakışta bir zamanların Eminönü’ne benzedi. Karpuz satanlar, sucular, çay ocakları, ananasçılar, tişörtcüler.... Saymakla bitmez. Arabasına Che Guera afişi asan karpuzcuda bir tabak karpuz 4 lira, üzerinde ‘TOMA, Çapulcu” yazan tişörtler 10 lira, muz 1 lira, orta boy Türk bayrakları 5 lira...
Sivil toplum örgütleri ve siyasi oluşumlar da alanda standlar açıp broşür dağıttı. Kimi ‘direnişe destek’ kutularıyla bağış topladı. Mücadele Birliği gibi bazı grupların standlarını polis barikatlarından yapması kayda değer bir detaydı. Taksim Dayanışması yazılı önlükler giyen görevliler düzen sağladı. Grup Bandista’nın şarkıları eşliğinde miting başladı.
‘Milyonlarca kişiyiz’
Meydandaki sahnede Taksim Dayanışması adına Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Mücella Yapıcı bir konuşma yaptı. 27 mayıs günü ağaçlara sahip çıkanlara polisin acımasızca saldırdığını ifade eden Yapıcı, şöyle devam etti:
“5 ağaç için verilen mücadelede halkın en geniş kesimlerinin katıldığı demokrasi mücadelesine döndü. Demokratik katılım kanallarını bütünüyle yok eden, kendisinden olmayanları yok sayan, bilimsel sanata saygı duymayan bir iktidar anlayışını reddediyoruz. Başbakan direnişçilere 3-5 çapulcu dese de milyonlar olduğunun farkında. Bizi marjinaller diye karalamaya çalışsa da haklılığımızın farkında. Sadece Topçu Kışlası’na değil, 3. Köprü, Kanalistanbul ve 3. havalimanı projelerine, HES’lere karşı da bir itiraz var. Bu ülkeyi seviyorsanız polis şiddetini durdurun. Parkımızı geri verin. Biz halkız, buradayız ve taleplerimizi almadan hiç bir yere gitmiyoruz.”
Yapıcı’nın ardından Kardeş Türküler Gezi Parkı olayları için bestelediği ‘Tencere tava, hep aynı hava’ Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’nun, ‘Çapulcu musun vay vay...’ şarkılarını söyledi. On binlerce kişi şarkılara eşlik etti.
Mitinge KESK, İstanbul Tabip Odası, TMMOB, DİSK, EMEP, CHP , ÖDP, TKP, BDP gibi emek örgütleri ve siyasi partiler katılırken, HDK İstanbul Milletvekili Abdullah Levent Tüzel, BDP’li milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve KESK Genel Başkanı Lami Özgen de katıldı.
Serkan Ocak - Radikal
Roland Garros 8. kez Nadal'ın
Fransa Açık Tenis Turnuvası'nın (Roland Garros) tek erkekler finalinde Rafael Nadal, David Ferrer'i 6-3, 6-2 ve 6-3'lük setlerle 3-0 yenerek, şampiyonluğa ulaştı ve bir "grand slam" turnuvasını 8 kez kazanan ilk erkek tenisçi oldu
Radikal
Radikal
Yeni kraliçe Serena
Teniste sezonun ikinci Grand Slam’i Fransa Açık’ta kadınlar finali dün oynandı. Dünya 1 numarası ABD ’li raket Serena Williams, 2 numara Rus rakibi Maria Şarapova’yı 6-4 biten iki setle rahat mağlup etti ve şampiyonluğa ulaştı. Son şampiyon Şarapova’yı yenerek üst üste 13. galibiyetini alan 31 yaşındaki Williams, kariyerinin 16. Grand Slam zaferine de imza attı.
Radikal
Erdoğan: Sabredin 7 ay sonra sandıkta görüşelim
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Ankara Esenboğa Havalimanı'nda Ak Partililere seslendi
Artık bu eylemlere son verilmesini özellikle rica ediyorum.Bir derdiniz varsa belediye başkanıma,valime olmadı temsilcinizi seçip bana gelirsiniz. Ama bunların hiçbiri değil de aynı şekilde devam ederseniz anlayacağınız dilden konuşmak zorunda kalırım. Ona göre yanıt veririz. Çünkü sabrın da bir sonu vardır. Bu ülkeyi dışarıya adeta terörün gezdiği bir yermiş gibi gösteremezsiniz. Bu duruma Türk baharı diyorlar. Asıl Türk baharı bu ülkeye bizim seçildiğimiz zaman geldi. Ey faiz lobisi bizimle uğraşmaya devam edersen kaybedersin.
Radikal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)