12 Eylül 2020 Cumartesi

Yabancı bir Tanrı’nın sunağındaki kurban

MURAT TÜRKER'DEN

Daha eşcinselliğinin farkına bile varamamış genç insanların dindar çevrelerce evlenmeye zorlanması mutsuz yuvalara ve çarpık bir topluma davetiye çıkarırken…

Aile kurumunun mutlak olarak kutsandığı toplumun bir kesiminde, karşı cinse ilgi duyup duymadığı belirsiz gençlerin âdet yerini bulsun diye evlendirilmesi nasıl bir şeydir?

Korku salan katı din öğretilerine aykırı davranarak evlenmediği takdirde, bir aile, çocuklu bir yuva sahibi olmadığı zaman bir kadını veya bir erkeği nasıl bir istikbal beklemektedir?

Eşcinselliğine dair bazı işaretler alıyor olsa da onları inatla bastırmak, karşı cinse ilgi duyabilmek için dönüşüm terapisi almak, yalan evliliği toplumu ikna etmek için sürdürmek ne kadar faydalı?

Cinselliğin tabu olmayı sürdürdüğü bilhassa dindar çevrelerde gizlice sürdürülen eşcinsellik eşler arasındaki uçurumları derinleştirirken toplumda riyakârlıkla bezenmiş hastalıklı dinamiklere yol açıyor. Zoraki evliliklerde, çifti oluşturan fertlerin birinde en iyi ihtimalle birkaç sene içinde bastırılamayacak hale gelen eşcinsellikle beraber karşı cinsi arzulamadan yaşananların faturası iki taraf için de okkalı biçimde ortaya çıkıyor.      

"Benimle ne olursa olsun evlen (Marry me however)" başlıklı belgesel nikâh kıyılmadan birbirinin elini bile tutmamış çiftlerin içine sürüldüğü mutsuzluk çukurunu kurcalıyor. Din adamlarının otoritesinin sorgulanmadığı cemaatlerde birçok genç erkeğin eşcinselliği bilinse de evlilikte figüranmış gibi muamele gören kadınlardan toplumun onlara layık gördüğü rolü sonuna kadar oynaması bekleniyor. 

Buna karşın lezbiyenliğini rahatça yaşamayı tercih eden bazı kadınlar ise dindarlıklarından feragat etmeden muhafazakâr bir toplumda varolmanın mümkün olduğunu kanıtlıyor.

Filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaryo yazarlığını üstlenen Mordechai Vardi belgeselin sinematografisine de katkıda bulunuyor. 2020 İsrail yapımı 63 dakikalık belgesel Docaviv’in bu seneki programında yer aldı.

Sosyolojik, psikolojik, hatta teolojik açılımlarla mevzuya eğilen mütevazı film, meselenin uzmanlarından birinin dediği gibi, kendini “Yabancı bir Tanrı’nın sunağında kurban” gibi hissetmenin ne demek olabileceğini ayrıntısıyla aktarıyor. 

Dindar ve eşcinsel

Filmin başından itibaren yönetmenin, muhafazakâr kesimden gelseler de kahramanlarıyla kurduğu samimi ilişkinin meyvelerini topluyor gibiyiz. Arabada seyahat etmekte olan baba ile 10 yaşlarındaki oğlu tatlı tatlı sohbet etmektedir.

Her ne kadar ebeveynin bir süre önceki ayrılık sürecinde baba mevzuyu oğluna açmış olsa da eşcinsellik süreci kamera karşısında tekrar konu edilir, oğlan sorar:

“Yani bir anda sen homoya mı dönüştün?”

“Hayır, bunu hayatın akışında anlamış oldum…”

Kameraya konuşan genç erkeklerden bir diğeri eşcinselliğini saklamanın ne kadar acı verici bir şey olduğunu, durumu adeta yabancı ve hasmane bir diyarda yaşamakla eşdeğer bulduğunu ifade ediyor.    

Mevzuyu yıllarca bekledikten sonra açık açık konuşmanın kendisi için büyük bir ihtiyacı karşıladığını da belirtiyor.

“Ruhuna yalan söyleyebilirsin, ama bedenine asla!”

Kahramanlarımızdan bir başkası ergenken içinde yeşeren eşcinsel duygulardan yola çıkarak, “Ben bir canavarım, hiçbir şeyi hak etmiyorum, topluma dahil olmaktan men edilmeliyim” diye kendini aşağıladığını, “Ne olduğumu anlarlarsa beni taşlarlar!” cinsinden korkular içinde yaşadığını da hatırlıyor.

Mesele aileye endeksli dindar kesimlerde cinselliğin hiç irdelenmemesi ve eşcinselliğin her fırsatta lanetlenmesinden kaynaklanmaktaydı. Oysa dine sırtını çevirmek istemeyen kahramanlarımızdan biri duygularını şöyle özetliyordu: “Tanrı’yla gerçek bir bağ kurmak istiyordum ve bunu başarabilmek için kendi gerçeğimi yaşamam gerekiyordu”.

Filmde vâkıf olduğumuz üzücü bilgilerden biri ülkedeki dindar cemaatlerde gey intihar yüzdesinin gayet yüksek olduğu. Şimdiye kadar pek kimseye faydası dokunmamış dönüşüm terapilerinde ise belki bıyık altından gülmemize yol açan “Çıplak kadın fotoğraflarının olduğu dergilere bakarak mastürbasyon yap” telkini yeterince fuzuli.

Batı dünyasında yasaklanmış olmasına rağmen Türkiye’de bu tip terapilerin halen uygulandığı doğru mu?

Erkek kadının sahibi değildir!

Filmde ifade edilen acı gerçeklerden bir diğeri de: “Bir izdivaçta iki taraftan sadece birinin cinsel ihtiyacını karşılamak için yapılan seks tecavüzdür!”

Belgeselde en çok lanetlenenler, aile kurumunu koşulsuzca destekleyen haham ve diğer din insanları oluyor: “Mütemadiyen misal olarak ballandıra ballandıra anlatılan evlilikte başarı öykülerini onlara sormak lazım; çiftle beraber yatağa mı girmişler?”

Mutsuz evliliğin kadın vaziyeti: “Din adamları  bana tecavüz ediyor hissine kapıldım!” cümlesiyle ifade ediyor.

Herkes evleniyor diye kendini evlenmek zorunda hisseden bir erkek strese girdiğini, neyi arzuladığını, neyi arzulamadığını kendine sormayı bırakıp kendini dinlemekten vazgeçtiğini belirtiyor:”Yapılması gereken şey evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmaktı”.

Oysa fazlasıyla korunaklı bir ortamda yetişen eşi eşcinselliğin varlığından bile habersizdi; çocukları olduktan sonra kocasının eşcinsellik itirafı onu sarstı, halen de hayatını etkilemeye devam ediyor.       

“Seni seviyordum!”

“Hayatımın aşkıydın!”

“Sana tapıyordum.”

“Seninle ilelebet yaşamak istiyordum.”

Eski eşiyle yan yana otururken kamera karşısında gözyaşları dökerek kalbinin kırıldığını ifade eden samimi kadın, “Bana cinsel çekim duymayan bir erkekle 6 yıl yaşamak korkunç bir şey,” diye devam ediyor.

“Bence haksızlık bu! Din adamlarının gey olduklarını bildikleri erkekleri evlendirmemeleri lazım. Kadının ne hissettiğini, neye ihtiyacı olduğunu inkâr etmek oluyor bu. Adam ön planda, o evlenecek, o çocuk sahibi olacak, oysa sen bir erkek tarafından arzulanmanın ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceksin!

Onur değil, menfur!

Çocuklarına iyi bir anne olması talep edilen, erkeği kabul eden, kucaklayan, onu mutlu eden ve bunu hayatı boyunca sürdürmesi beklenen kadınlarla karşı karşıyayız. Kocasında aradığı ilgiyi, şefkati, sıcaklığı bulamayan eşler “Acaba neyi yanlış yapıyorum?”

“Acaba adam ona dokunmamın onu tiksindirdiğini neden söylüyor?” gibi kuşkularla baş başa kalabiliyor.

Dindar bir kesime eğiliyor olsak da filmde kameralara konuşan cesur kahramanlarımız bir tabuyu usulca yıkmanın mümkün olduğunu kanıtlıyor.

“Tanrı bizi gey veya lezbiyen yarattı ve ben bu yaratıya inanıyordum, fakat kendime, ebeveynime, cemaate ve din insanlarına çok öfkeliydim.” İki çocuğu ve kadın eşiyle mutlu mesut yaşayan lezbiyen kadın bir zamanlar günahları yüzünden asla affedilmeyeceğini düşünürken artık kendini asla suçlu hissetmediğini belirtiyor.

Filmde azınlıkta olsalar da eşcinselliğe hâlâ mesafeli duranlar da var. Lezbiyen kadının konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda kendisine:” Yani şimdi siz eşcinsel arzunun kaide olmasından mı yanasınız?” gibi bir ahret sorusu yöneltilebiliyor.

Sakin bir tempoda ilerleyen dingin belgeselin sonlarına doğru LGBT toplumunun olmazsa olmazlarından Onur Yürüyüşü’nün Kudüs versiyonuna şahit oluyoruz. Yürüyüşü baltalamak üzere megafonu eline almış aşırı dindar genç bir adam haykırıyor:

“Kudüs Sodom değil, onu kirletmeyi bırakın!”

“Kudüs’ü günaha sevketmekten vazgeçin!”

“Bu onur değil, menfur!”

İnsanların cinsel kimliğe indirgenmemesi gerektiğini de duyuyoruz mevzuyu tartışan bilim ve din insanlarının saygın bir toplantısında. Tevrat’ta neyin yapılmaması gerektiği belirtilirken neyin yapılması gerektiği hususundaki boşluklardan bahsediliyor.

Din güdümlü ve tek din etrafında şekillenmiş bir ülke olması ısrarla istenen İsrail’den sağduyusu yüksek, eleştirel enerjisi dozunda ve aynı zamanda çaktırmadan provokatif Benimle ne olursa olsun evlen, aysbergin sanki sadece görünen ucu. Fakat filmin destekçileri arasında dincilerle arası gayet iyi olan Netanyahu liderliğindeki hükümetin Kültür ve Spor Bakanlığının olduğunu belirtmeden de edemeyeceğim.

Belgesel her şeye rağmen, Filistinlilere pek yönelik olmasa da ülkede muhaliflere bazı haklar ve özgürlüklerin tanındığına dair bir ispat daha; darısı… (MT/EMK)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder