7 Ağustos 2020 Cuma

Hedef alınan hepimiziz

Tek tipçi, homojen bir ulus anlayışı üzerine kurulu ve AKP düsturunda kendini tek millet-tek din-tek devlet-tek bayrak söyleminde var eden anlayış, farklılıklara, bu farklılıkların haklarına ve hatta varoluşlarına tahammül edemiyor.

LEVENT PİŞKİN

Bir süredir -kelimenin gerçek anlamıyla- kan revan içinde tartışılan ve gündemi, dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgınından daha çok meşgul eden İstanbul Sözleşmesi namıyla maruf “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, hükümete yakın İslami muhafazakâr çevrelerin hedefinde. Sözleşmenin içeriğine dair tartışılan hususlar sayılı. İçeriğe dair tartışılan ve neredeyse ondan başka bir argüman üretilmeyen konumda olan ise sözleşmenin dördüncü maddesinin üçüncü fıkrasında yer bulan cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği meseleleri. 

Konuya dair hukuki yorum basit bir arama motorunda yapılacak aramayla ulaşılabilir konumda olmasına rağmen hatırlatmakta ve oradan hareketle devam etmekte fayda var. Anayasa Md. 90/5’e göre usulüne göre yürürlüğe konmuş antlaşmalar kanun hükmündedir. Dahası temel hak ve özgürlüklere ilişkin antlaşmalar, kanunla çelişmesi durumunda uygulama önceliğine sahip. Bir başka deyişle, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar kanunların üzerinde ve anayasanın hemen altındadır. Yani normlar hiyerarşisi bu maddenin yürürlüğe girdiği 2004’ten itibaren uluslararası antlaşmalar lehine bozulmuştur. 

Anayasal güvence

Kuşkusuz bu madde Türkiye’de yaşayan etnik, dinsel ve cinsel azınlıkların anayasal güvencesi. Zira kanunlar sayılı azınlıkları genelde görmezden geliyor, yok sayıyor ve gündelik hayatlarımızda uğradığımız ayrımcılık mekanizmalarını doğrudan ya da dolaylı olarak güçlendiriyor. Hal böyleyken İstanbul Sözleşmesi gibi temel hak ve özgürlüklere ilişkin, kadını ve cinsel azınlıkları korumaya yönelik bir antlaşmanın tartışılması, karşı cephe açısından anlam kazanıyor. Bu ‘anlam’ bu zamana kadar LGBTİ+ toplumunu görmezden gelmiş, yok saymış, LGBTİ+ toplumuna yönelik ayrımcı uygulamaları -yaşam hakkı dahil- kurumsallaştırmış bir devlet geleneğinin kılcal damarlarında süzülüyor. 

Tek tipçi, homojen bir ulus anlayışı üzerine kurulu ve AKP düsturunda kendini tek millet-tek din-tek devlet-tek bayrak söyleminde var eden anlayış, farklılıklara, bu farklılıkların haklarına ve hatta varoluşlarına tahammül edemiyor. Özellikle bu varoluş kendini toplumsal muhalefet/hareket şeklinde örgütleyince, (kılıçla çıkılan) minberlerden okunan hutbeler, resmî açıklamalar nefret söylemine ve hedef göstermeye dönüşüyor. 

Temel gaye düzeni devam ettirmek

Bir hayat teminatı olarak tasavvur edilen ve sahiden uygulanması halinde kadına yönelik şiddetin artık bir “kadın kırımı” haline dönüştüğü Türkiye’de ciddi etkisi olacak ve kadın cinayetleri dahil kadına yönelik her türlü şiddetin durdurulmasını sağlamaya muktedir bu sözleşmeye karşı çıkanların ortak noktası, aile ve nesil söylemleri ve bu itibarla sözleşmenin cinsel yönelim/cinsiyet kimliğini tanıması. Bu kesim aile ve neslin bozulmasının en önemli sebebinin görünürde LGBTİ+ toplumu olduğunu söylese de mevzunun bununla başlayıp bitmediği çoğumuzun malumu. Namus, ahlak ve Türk gelenek ve görenekleri sosuyla süslenmiş ve kadının “ikinci sınıf konumu” üstüne kurulmuş düzeni idame ettirmek en temel gayelerden. Nitekim Ensar Vakfı’nın yaptığı açıklamada öncelikli tutulan husus sözleşmenin aile içi şiddet ile ilgili tanımını içerir üçüncü maddesine dair. Daha evvel çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarıyla gündeme gelen ve buna ilişkin bir açıklama dahi yapmayan vakıf “evlilik dışı” ilişkileri belli ki cinsel istismar vakalarından daha tehlikeli görüyor ve neslin devamı için bu tür “ahlaksızlıkları” kabul edilemez buluyor. İnsan bu noktada sormadan edemiyor: Bu nesil size ne için lazım Ensar Vakfı?

Aynı vakıf, yani adı cinsel istismar vakalarıyla anılan Ensar Vakfı, açıklamanın devamında cinsel yönelim ifadesine karşı çıkarak “şiddete karşı tanımlanmış bir sözleşmede bireyin tanımlanması için ‘insan’ lafzının kullanılması” gerektiğini salık veriyor. Kimlik ve tanınma mücadelesi vermek zorunda olmadığımız başka bir uzay-zamanda kuşkusuz bu söyleme itibar edilebilirdi. Ancak “insan” kelimesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca ve kuşatıldığımız hukuk içinde anlamı, yoruma cevaz vermeyecek denli sarihtir: Türk-Sünni-Heteroseksüel-Orta Üst Sınıf-Erkek. Tarih boyunca ve nitekim bu tarihe uygun olarak şekillenmiş hukuk içtihatları arasında insan haklarının ve özgürlüklerinin bu tanımlamalar dışında uygulandığı, bu tanım dışında bir varoluşu imlediği istisnadır ve istisnalar kaideyi bozmaz. Karşı-imlemelerden bahsetmek ise değil bu yazının, bir kitabın dahi boyutunu aşacak nitelikte katliamlar, soykırımlar, pogromlar, cinayetler ve linç girişimleri, zorla yerinden edilmelerle doludur; etnik, dinsel ve cinsel azınlıklara yönelik bu ‘karşı-imleme’ inkâr-asimilasyon-katliam üçgeninde şekillendi.

KADEM’in çıkışı

En az AKP’nin “adalet” kelimesiyle ilişkisi kadar adıyla bağı-bağlantısı olan Kadın ve Demokrasi Derneği adlı dernek de bu kervana, yani Anti-LGBTİ+ söylemine katılanlar arasında. Aslında burada sadece anti sıfatını kullanmak, saçtıkları nefret söylemine büyük bir haksızlık olacak zira LGBTİ+ toplumuna yönelik kurdukları her cümle LGBTİ+’ların yaşam hakkını tehdit eder boyutta. Konumlarını “aileye verdiğimiz değer ve neslin devamlılığının önemi açısından tehdit olarak gördüğümüz eşcinsel hareketler ile yan yana anılmayı kabul etmiyoruz” diye açıklayıp toplumun bir kesimini “gayrı-ahlaki” bulduğunu söylemekten çekinmiyor. Hakları için mücadele eden bir topluluğu “şeytanlaştıran” ve toplumdan bu şeytanı zımni ya da sarih taşlamasını isteyen bu dernek, İstanbul Sözleşmesi’ne yekten karşı çıkmamakla birlikte aileye ve nesle verdikleri önemi müteaddit defalar vurgulamak için cinsel yönelim-cinsiyet kimliği ibarelerine savaş açmış durumda. Ya da daha doğru ifadeyle halihazırda açılmış olan savaşta cephe tutmuş pozisyonda. 

Bu savaş her güne bir kadın cinayetinin düştüğü bir toplumsallığın, yıllardır bile isteye biriktirilen nefretin, 1915’ten bu yana hesaplaşmamanın, inkâr ve asimilasyonun, Kürt halkına yönelik tutumun sonucudur. Tek yönlü hareket etmeyen bu nefret,  çeşitliliği, varoluşları hedef alan bir birikim rejimi. Bugün olan dünden artakalanın yansıması, yarın olacak olan bugün yapılanın devamı; ırkçılık, milliyetçilik, kadın düşmanlığı ile homofobi ve transfobinin erkek kardeşliği. Hedef alınan biz değiliz, hedef alınan hepimiziz.

Anlatılan senin hikayendir.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/24396/hedef-alinan-hepimiziz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder