5 Şubat 2016 Cuma

Güçlü aşk, güçlü film

Yakınlarda yapılmış bir araştırma, romantik komedi filmlerinin sapıkça takip gibi arızalı aşık davranışlarını ayırt etmeyi zorlaştırdığını ortaya koymuş. Filmlerde ayrıldığı sevgilisinin, hatta otobüste görüp beğendiği kadının peşinden ısrarla gidip “fikrini değiştirmek” ne kadar romantikse, günlük taciz, saldırı, “ayrılmak istediği eşini” öldürmek o kadar gerçek çünkü.
Böyle bir hikayeyle alakası yok Carol’un, ama gerçeğe dair bir film. Ve bu onu daha az romantik yapmıyor. Gerilim romanlarıyla bilinen Amerikalı Yazar Patricia Highsmith’in (önce başka bir isimle yayımladığı) çok satan romanı, iki farklı sınıftan kadının 1950’lerin New Yorku’ndaki aşkını konu alır. Karakterlerin erkeksi lezbiyen kalıbına uymaması ve beklenmedik finali, daha doğrusu LGBTİ yazınında alışılmış olan zorunlu ayrılık ya da ölümlü melodramatik finalden farklı sonu, romanı özel kılan bazı yanları. Filmin Yönetmeni Todd Haynes, en çok Cennetten Çok Uzakta (Far From Heaven, 2002) gibi bir dram ve Beni Orada Arama (I’m Not There, 2007) adlı Bob Dylan biyografisi gibi farklı filmlerle bilinir. Burada da, özellikle dizilerde (Biri de Haynes’in yönettiği Mildred Pierce) son yıllarda tutan retro atmosferini kurup seyirciyi yolculuğa çıkarmış.
Açılışta, henüz tanımadığımız Carol ile Therese’in birlikte yemek yediğini görürüz. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Derken bir adam gelir, Therese’i alır, ayrılırlar. En başından anlatmaya, ondan sonra başlar. Yani bu başlangıç, nereye bakacağımızı iyi bilelim diye bir uyarı sayılır, hatta, böyle duygusal, ağır tempolu, fazla konuşmayan filmlere alışık olmayan sabırsız seyirci için bir davet.
Therese, bir mağazada tezgahtar olarak çalışan sessiz bir kadındır. Bir gün mağazada Carol’la tanışırlar. Carol kızına bir hediye almak isteyen, zengin olduğu görünüşünden belli, olgun, çekici bir kadındır. Sözlere dökülmeden, iki kadının da kendilerini ait hissetmediği bir hayat yaşadığı, gözlerinden, duruşlarından, anlaşılır. Toy Therese ile evli, çocuklu Carol yeniden buluşur, birbirlerini tanımaya, bir ilişki yaşamaya başlarlar. Ama iki kadının ilişkisi, toplumsal yapıya göğüs geremez, lezbiyen ilişkiyi ahlaksızlık sayan yasalar kocanın yanındadır. Carol, çocuğunu görebilmek için kocasının zorlamalarına boyun eğmek zorunda kalır. Lezbiyenliği “bırakmak” için terapi dahi görür. Film kahramanlarının içinde kopan fırtınaları anlatmaktan çok hissettirmeyi seçer ve bunu da başarıyla yapar. Heyecanın önünü kesmemek için fazla detaya girilmeyebilir ama finali için, hiç değilse şu kadarı söylenmeli: “Onlar erdi muradına” misali mutlu son ya da kavuşamayan aşıkların trajedisi masalsılığından sıyrılır, kavuşma ihtimalini gösterip çekilir Carol.
Güçlü anlatımı, işçiliği, atmosferi, elbette Cate Blanchett ile Rooney Mara’nın olağanüstü performansları övgüleri hak ediyor. Fazla değinilmeyen anlatımındaki sınıfsallık da dikkat çekici. Therese, fotoğrafa ilgili bir tezgahtar iken, Carol’la ilişkisine paralel olarak kendine güveni geldikçe, fotoğrafı meslek edinir. Ama yazar burada kahramanına sınıf atlatıp bırakmak yerine, kocasından ayrılan Carol’a bir iş bulur, onu Therese’in sınıfına yaklaştırır. Therese’in toyluğu da işçiliği de, onu edilgen yapmaz. Çalışmak, kazandığıyla ne yapacağına, ne zaman işten ayrılıp tatile çıkacağına kendi karar vermek bile, kendi ayakları üstünde duran, güçlü, bağımsız bir kadın olmakla mümkündür.
Vatani görevler biçerek hayatı askerlik hizmetinden ibaret kılmaya çalışanların ülkesindeki seyirciye, sivil kalmanın politik olduğunu söyler gibi.

Çağdaş GÜNERBÜYÜK
www.evrensel.nett

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder