Gündelik hayatın içinde bizden beklenen performansları sergileyen sahne sanatçılarını andırıyoruz. Bu yüzden olsa gerek, toplumsal aktör deniliyor bizlere. Dekorları tasarlanmış yaşam sahnesinde bizleri seyredenlerle, yani başkalarıyla etkileşime girerek kendi benliğimizi oluşturuyoruz; toplumsal ortamların gerektirdiği bu rollerde başarılı olmamız ölçüsünde hayatın içinde tutunabiliyoruz bir bakıma. 1959 tarihli Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (Metis Yayınları) başlıklı kitabın yazarı Erving Goffman’ın da dâhil olduğu, sosyolojide sembolik etkileşimcilik denilen akım, bedeni biyolojik bir varlık olarak değil de, bilinçli olarak seçilmiş davranışlarla toplumsal olarak kurulduğunu iddia ederken, geleneksel akıl/beden ikiliğine yaslanıyordu. Gündelik hayat içindeki aktörlerin davranışlarına baktığımızda bu görüşe hak vermemek mümkün değil. Akıllı, bilinçli varlıklar olarak, başkalarıyla etkileşim içinde kendimizi toplumsal olarak kurarken, aslında bedeni aklın denetimine sokarak küçültüyor, bedeninin nelere kadir olduğunu bilemiyoruz.
BEDEN ÜZERİNDEKİ TOPLUMSAL BASKI
1950’lerin sonunda ortaya çıkan beden odaklı, beden performansına dayalı sanat ise aynı yıllarda sosyolojide ortaya çıkan ve akıl/beden ikiliğini sürdüren sembolik etkileşimcilik anlayışının bir karşı teziydi adeta. Performans sanatı bedene akıl/beden ayrımı üzerinden bakmamaya, akla hiyerarşik bir üstünlük tanımaktansa bedeni doğrudan deneyimlemeye öncelik veriyordu. Belki de, bedeni bir model olarak ele alan Spinoza’nın “bir bedenin neler yapabileceğini bilemeyiz” kışkırtmasına kapılmış sanatçılar, kendi bedenlerini bir sanat nesnesi haline getirerek, bedenin bilgisine ulaştıracak sınır deneylere giriştiler. Performans sanatının büyük annesi sıfatını kazanmış 1946 doğumlu Marina Abramoviç’in bir söyleşide dediği gibi, önceleri bu sanat daha çok bedenin sınırlarında gezinen deneylere tanıklık etti. Bedeni sınırlara sürüklemekle, hatta yaşam ile ölüm arasında sınıra doğru itmekle ilgileniyordu beden performansı daha çok; bedenin neler yapabileceğini, bedenin nelere katlanabileceğini öğrenmek için sanatçılar kendi bedenlerini yaralıyor, beden üzerindeki toplumsal baskıyı, denetimi gerçekleştirdikleri performanslarla görünür kılmaya çalışıyorlardı. Bu tür performans sanatının uç örneklerini 1960’lardaki Wiener Aktionismus grubunun sado-mazoşist gösterilerinde görebiliyoruz örneğin.
DOĞADA BEDEN DENEYİMİ
Seksenlerin başında pek çok beden sanatçısı performansı terk edip stüdyolarına geri çekildiler. Kendi bedenleri üzerine yaptıkları deneylerden elde ettiklerini resim sanatına yansıttılar daha çok. Fakat Marina Abramoviç gibi kimi sanatçılar ise beden sanatında ısrar ederek günümüze kadar eylemlerini sürdüler. Abramoviç ve partneri Ulay da kendilerini yinelemekten kaçınarak beden üzerindeki deneylerini doğada yapmaya karar verdiler. Doğanın koşullarına teslim etmek için çöllere taşıdılar bedenlerini.
Abramoviç artık bedenden daha çok zihinsel durumla ilgilenmeye başlamıştı. Bir tür düşünme-dışı durumuna ulaşarak başka türlü bir iletişim olanağını araştırdı. Enformasyonla tıka basa doldurulmuş batı toplumundaki bedenler durmadan ilişkisizlik, bağlantısızlık üretiyordu. Ortamın enerjisiyle bağlantı kurabilmek için Doğu felsefesindeki pozitif boşluk kavramından yararlandı. Enerji akışlarıyla ilişkiye girebilmesi, enerjilerle bağlantı kurabilmesi için bedenin, dolayısıyla zihnin boşaltılması gerekiyordu. Son yıllarda gerçekleştirdiği performanslarında genellikle dingin, devinimsiz bedenini sergiliyor. Bu yıl MoMA (Modern Sanat Müzesi)’da gerçekleştirdiği fotoğraflar, ses parçaları, video yapıtları, enstalasyonlardan oluşan retrospektif sergisinde, aynı masaya yüz yüze oturduğu sergi katılımcılarıyla dingin bedeniyle sözsüz bir iletişim kurma denemesine girişmişti.
TASARLANMIŞ SAHNELER VE BEDEN
Spinoza’nın dediği gibi bir bedenin neler yapabileceğini hâlâ bilmiyoruz gerçekten de. Bedene ve tutkulara egemen olmanın binlerce yolundan söz ediyoruz, ama bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz. Bir galeride bir beden performansıyla karşılaştığımızda bedeni kısıtlayan tüm ahlaki söylemleri sıralamak, yargılamak geliyor elimizden sadece. Kendi bedenlerimizi bilincin ürünü ahlaki kısıtlamalarla budayarak kuşa çeviriyoruz. Tasarlanmış sahnelerde, bedenlerde kıpırtı yaratmayacak bildik rollerimizi, performanslarımızı sürdürüyoruz gündelik hayatta. Oysa, eylemleriyle beden sanatçılarına öncülük eden Antonin Artaud, bizlerden beklenen rollerin dışına çıkmayı öneriyordu performanslarıyla. “Öyle bir tiyatro tasarlıyorum ki, yalnızca oyunu sergileyen oyuncunun değil, oyunu seyreden izleyicinin bedeninde de kıpırtılar yaratacak” diyordu. Dünyayı Antaud’cu bir sahneye dönüştüğümüzde bedenin bilgisine biraz daha yaklaşacağız galiba.
Rahmi Öğdül - Birgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder